Cumhuriyet Ve Demokrasi Arasındaki Farkı Nasıl Açıklanmalı???

evrimer

Yeni Üye
Üye
Katılım
11 Mar 2009
Mesajlar
4
Puanları
1
Yaş
124
Konum
denizli
Cumhuriyet Ve Demokrasi Arasındaki Farkı Nasıl Açıklanmalı???

ben yumurta çiziyorum.sarısı cumhuriyet ise beyazı demokrasidir.ne kolay değil mi?
 

tebaa

Çalışkan Üye
Üye
Katılım
22 Nis 2007
Mesajlar
100
Puanları
18
Konum
samsun
Cumhuriyet Ve Demokrasi Arasındaki Farkı Nasıl Açıklanmalı???

Cumhuriyetçi misiniz, demokrat mı?


Regis DEBRAY


Çeviren: Prof. Dr. Ahmet Arslan


Cumhuriyetin birincil erdeminin hafıza olmasına karşılık, demokrasinin
gücü unutmada yatar. İnsanın insanı yaptığı yerde, doğan her çocuk
6000 yaşındadır. Eğer elinizde tarihten başka bir şey yoksa, geçmişten
kendinizi ayırmanız, kendi kendinizi sakatlamanızdır. İnsanı yapan
Tanrı olduğunda ise, Tanrı onu her doğuşunda yeniden yapar. O
macerasına sıfırdan başlar. Cumhuriyette bundan dolayı en büyük değer
kütüphaneye, demokraside ise televizyona verilir. Çünkü
kütüphanelerin, kendilerine ibadet edilmesi kültürü belirleyen büyük
ölülerin saygıdeğer mezarlıkları olmasına karşılık, televizyon zevkli
bir biçimde zamanı öldürür. Cumhuriyet bir kütüphane gibi,
yaşayanlardan çok ölülerden meydana gelir. Oysa demokraside,
televizyonda olduğu gibi, yaşayanlara bilgi vermek hakkına sahip
olanlar yalnızca yaşayanlardır. Her sistemin mahzurları vardır ve
bunlar tartışma konusudur.


Eşitlik


Cumhuriyet, eşitlikçi (égalitariste) olmaksızın eşitliği sever. Çünkü
kabiliyet ve çabaları göz önüne almaksızın koşullar ve ödülleri aynı
seviyeye getirmeye çalışan adalet değildir, hınçtır. Söz konusu olan,
bunları oranlamaktır -her zaman geçerli olan bir formülü olmayan ve
daima zayıf olan çözümü adalet uğruna bitmez tükenmez mücadeleyi
gerektiren ebedi problem.- Buna karşılık demokrasinin programında
toplumsal eşitlik yoktur. Onda ekonomik eşitsizliklerin yaratmış
olduğu problem ne kadar aşılmak istenirse o kadar çok ve o kadar
yüksek sesle insanların özgürlüklerinden söz edilir. Eşitlik
kavramından demokrat, sadece kanun önünde eşitliği anlamakla
yetinebilir. Ancak cumhuriyetçi ona zorunlu olarak maddi şartların
belli bir eşitliğini ekler. Ona göre bu olmaksızın yurttaşlık
antlaşması sahte bir paylaşmadır. Her gün kaldırımlarda binlerce
paryanın veya toplumdışı yoksulların ölmesi, Hindistan’ı gerçek bir
demokrasi olmaktan alıkoymaz. New York’ta binlerce evsiz barksızın
veya esrarkeşin kışın parklarda uyuması, fakirlerin ve zenginlerin
aralarında hiçbir benzerlik olmayan kendi hastaneleri ve okullarının
olması özgürlük heykelinin dünya çapındaki ve haklı şöhretine bir
halel getirmez. Gelirler veya ücretler arasındaki oranın bire elli
olduğu bir memlekette artık cumhuriyetten bahsedilemez; ama
demokrasiden bahsedilebilir. Cumhuriyetçi ideal, belli bir oran
duygusunu şart koşar. Tesadüfen halkın öğrenmiş olduğu büyük
artistlerin veya günün güçlülerinin büyük gelirleri parasız bir
demokratta ancak bir omuz silkmesine sebep olur. O bunu teşebbüs
hürriyetine verilen basit bir fidye olarak yorumlar. Buna karşılık
lüks yığınlarını veya imtiyazların artmasını kınamak, bir cumhuriyetçi
için Isparta hayat tarzını veya çileciliği övmek değildir. Yoksulluk
bir demokrasiyi üzer; ama bir cumhuriyeti sarsar. Birinci, maksimum
bir dayanışma ve birkaç bağış ister. İkinci, minimum bir kardeşlik ve
birçok kanun. Birincinin vakıflara havale ettiği şeyi, ikinci önce
bakanlardan talep eder.


Bu iki duyarlılık, güven verici ideolojilere de çevrilebilir ve büyük
atalarla birlikte şu tekrar edilebilir: Sosyalizm ve liberalizm sonuna
kadar götürülmüş cumhuriyet ve demokrasidir. Yalnız son derece doğru
olan bu karşıtlık, “globe” okuyucularına modası geçmiş görünecektir.
Çünkü sosyalistlerin, yani “şu eski cumhuriyetçiler”in kendileri artık
genç ve farklı bir grup olarak ortaya çıkmak istediklerinden, onlarda
toplumsal eşitsizlikler teması “insan hakları” sloganının arkasına
geçmektedir.
Bir cumhuriyetçi, insanı yurttaştan ayırmaktan kaçınacaktır. Çünkü bir
insana politik haklarını veren, siteye ait olmadır. Bireyin artık bir
yurttaş gibi değil, basit bir özel şahıs olarak ele alındığı andan
itibaren, ufukta kölelik -ve hemen arkasından kanunların yokluğu demek
olan keyfilik- kendini gösterir. Cumhuriyette özgürlük bireylere ancak
kanunların gücüyle, yani devletle gelir. Demokratların sadece “insan
hakları”ndan bahsetmeleri, buna karşılık cumhuriyetçilerin her zaman
buna “yurttaşlık” haklarını eklemeleri hayret verici değildir. Bu
onların gözünde bir şarttır, bir tamamlayıcı şey değil. Nasıl ki yine
bir cumhuriyetçinin gözünde laiklik hoşgörünün şartı olup onun karşıtı
değilse.


Ancak bu, özel hayatında ve çoğu kez, zamanın havasına boyun eğmeyen
cumhuriyetçinin “bireyci”, toplumsal olanın baskısına boyun eğen
demokratın ise “toplumcu” olmasına engel değildir. Demokrasinin
savunduğu bireycilik, o zaman, bireyleri olmayan bir dünyanın ruhu,
koyunun tinsel çeşnisi olur. İstatistik, aydın kanaatten daha emin bir
biçimde sıradan kanaati destekler ve yüceltir. Farklılığı yücelten,
sıradan insanlar ve Ortodoksilerle alay eden, özgürlüğü “istediğini
yapma” olarak tanımlayan farklılıkçılar bazen kendi aralarında
birbirlerine, özgürlüğü iyi düşünmek ve gerekeni yapmak olarak
tanımlayan ölçülü zihinlerden daha fazla benzerler. Rabelais’in
“Theleme”si düşünüldüğü yerde değildir.
Bireyler arasındaki ayrılıkları ortadan kaldırmak, öyle bir dünya
idealidir ki bu dünyada tartışmanın, tartışan hasımlara sonuçta
aralarındaki sivri görüş farklılıklarını töprüleyerek bakış açılarını
uzlaştırma imkanı verdiğinde faydalı olduğu söylenir -sanki demokrasi
bize başkalarına karşı bu ödevi, yani onunla uyuşma ödevini empoze
ediyormuş gibi.- Cumhuriyette ise aralarındaki görüş ayrılıklarını
açıklığa kavuşturmak, hatta karşılıklı saygı içinde onları
keskinleştirmek için, tartışmanın yararlı olduğu düşünülür.
Cumhuriyetçinin parolası “uç görüşler beni ilgilendiriyor”dur.
Demokratın ki ise “aşırı olan her şey, değersiz”dir. Cumhuriyetçinin
hedefi, uygunsuz olanı kibarlıkla birleştirmektir. Her şeyden önce
rahatsız edici (incommode) zihinlere ihtiyacı olan bu rejimin
kendisinin rahatsız edici olduğu anlaşılmaktadır. Homo Republicanus &
Homo Democraticus
Toplumsal mutabakatla (consensus) çalışan demokrasinin sıkıntısını
gidermek için sık ve moda şeyler olarak vardır. Moda onun
konformizmini renklendiren bir gölge ödevi görür. Aşırı mağrur ve yüce
ruhlu Stendhal, cumhuriyetçinin en iyi örneğidir. Dostu Mérimée ise
derin bir demokrat. Ve Hugo cumhuriyetçi, Sainte-Beuve demokrattır
(Flaubert ne biri ne diğeridir.) Yoksulların dostu, demokrasinin açık
savunucusu ve sonuna kadar toplumun çoğunluğunu arkasında bulmuş olan
III. Napoléon’a hayır demek için biraz “senyör” olmak lazımdı.
Azınlıkta kalan bir cumhuriyetçi öfkelenir, köpürür, azınlıkta kalan
bir demokrat ise çöker, yok olur.


Bugün “kim, nedir”den daha revaçta bir grup oyunu olamaz. Joxe ve
Chènement cumhuriyetçi mi? Lang ve Jospin demokrat mı? Chevènement
Okul’a saygısını gösterdi. Fakat Joxe devlet okullarında başörtüsünü
rahatça kabul etmektedir. Hiçbir şey basit değil. Mitterrand zor
durumlarda cumhuriyetçi, işler yolunda gittiğinde ise demokrat
görünüyor (tersinden daha iyi). O iki başlı Janus gibi. Bugün Elyée’de
rahat günlerinin keyfini çıkarıyor. Michel Rocard demokrat bir tip.
İktidar koridorlarında her tarafta cumhuriyetçiler gerilemiş
durumdalar. Genel kural olarak cumhuriyetçi ekonomiden hoşlanmaz.
Ekonomi de ondan hoşlanmaz. Maliye müfettişlerine gelince, onlar
demokrasiye bayılırlar. İdeal olarak ekonominin peşinden koşmanın
insanı çabucak idealin kendisinden ekonomi (fedakarlık) yapmaya
götürdüğü bilinmektedir. Bunun tersine hesap yapmasını bilmemek de
insanların alın terlerine önem vermektedir. Fazla ekonomicilik
cumhuriyeti öldürür mü? Gereğinden az da öldürür. “Le Monde” uzun
zaman “Cumhuriyetçi” bir gazete oldu. “Liberation” ise ta baştan beri
“demokrat” bir gazetedir. 68 kuşağına bağlılığından ötürü bir tür
doğuştan anti-cumhuriyetçi bir gazete.


Bundan uzun kış geceleri için eğlenceli bir küçük karakter tahmin etme
oyunu çıkabilir. Tiplerin karşılıklı olarak birbirleri içine nüfuz
edişi o kadar güçlüdür ki bir doğruyu ifade etme anında yanılgıya
düşeceğinizden emin olabilirsiniz. Ama şunları gözlemenin cazibesine
nasıl direnilebilir? Cumhuriyetçinin en iyi olduğu şey, yazı;
demokratınki ise sözdür. Biri insanları (erkekler veya kadınlar) araya
mesafe koyarak ayartır. O, soğuk biridir. Sadık, ancak bencil bir
varlıktır. Diğeri sıcakkanlıdır, kendisiyle daha kolay ilişki
kurabilir. Herkese ve hemen zevkli anlar sunabilir. İnsana yakındır;
ancak havaidir. Topluluk önünde konuştuğunda cumhuriyetçi tumturaklı
veya kırıcı görünür. Söylediği doğru olabilir; ama sahte görünür.
Demokrat, neşeli ve esprilidir. Belki söylediği doğru değildir; ama
öyle görünür. Demokrat için, eseri liste başı olan biri, tamamen kötü
olamaz; tanınmamış bir yazar da gerçekten iyi olamaz. Cumhuriyetçi de
50 en iyi eser listesinde yer alan kitapları okuyabilir; ama aşağıdan
yukarıya. Cumhuriyetçi kadın düşmanı mıdır? Demokrat da erkek düşmanı
mıdır? Cinsel basmakalıplar kültürümüz için tehlikelidirler, kutuplar
ise aydınlatıcı. O halde şöyle diyelim: “Homo Republicanus”, erkek
türünün kusurlarını taşır; buna karşılık “Homo Democraticus” kadın
türünün meziyetlerine sahiptir. Cumhuriyetçi için özellikle geçip
giden, gücü kemiren ve tahrip eden zaman önemlidir. Bunun sonucu iş
sıkıntısı, gerginliktir. Bütün bunlar kendi kendine olduğu için
cumhuriyetçi gerginleşir. Demokrat için ise önemli olan havanın nasıl
olduğudur. Ona göre endişeye mahal yoktur, çünkü mevsimler birbirini
izleyecek ve yağmurdan sonra güneş ortaya çıkacaktır. Çarşaftan sonra
da blujin. Savaştan sonra barışma gelecektir. Demokrat savaşa o kadar
az inanır ki ilk silah atışı ile birlikte barışa hazırlanır. Bu,
bunalım döneminde tehlikelidir. Acaba akıllı kim, deli kim? Bunu nasıl
bilebiliriz? Bu ikisini birleştirmek gerekir. Bu tehlikeleri
azaltacaktır. Merak etmeyin; hayat bunu oyun oynar gibi kendi
kendisine yapmaktadır.


Sistemlerdeki Kaymalar


Politik konuda güzelliklerin değerlendirilmesi hiç tavsiye edilmez.
Anormallikler, korkunç şeyler üzerinde durulması tercih edilir. Bu,
nedensiz değildir: Onların bize şeylerin temelini, aslını açığa
vurdukları söylenir. Bir cumhuriyet patolojisi vardır. Geçen yüzyılda
Hippolyte Taine, yani çağdaş solcularımızın en az okuyup, en çok
zikrettikleri yazar, geometri zihniyetinin bozduğu, bir insan kavramı
adına gerçek insanları küçümseyen, buz gibi acımasız Jakobin hakkında
her şeyi söylemiştir. Bu “iğrenç teorisyen”, “bu lise öğretmeni” canlı
bir halk düşmanıdır. Onun geçişine bakın: Kuru, zayıf, şüphe dolu,
gözlerinin derinliklerinde bir giyotinle dolaşır. Konuşmasına bakın:
Her şeyi açıklar; ama hiçbir şeyi anlamaz. Bu tutucu karikatürde her
şey yanlış değil. Gerçekten hasta bir cumhuriyetin varacağı yer kışla,
hasta bir demokrasinin sonu genelevdir. Huzursuz, rahatsız
cumhuriyetlerin yolunu otoriteci eğilimler, uysal demokrasilerin
yolunu ise demagojik eğilimler gözler.
Sistemlerdeki kaymaları karşı karşıya koymak uygun olacaktır. Ama her
modelin karşıtları burada sahte bir simetri olduğunu haykıracaklardır.
Bugün cumhuriyetçi modelin eleştirisinin, hastalığından hareketle
yapıldığı bir gerçektir. Böylece onda ilkelerin sağlamlığının
davranışların katılığını, tutarlılık iradesinin baskıcı zihniyeti,
mantığın dar düşünceliliği gizlediği ortaya konmak istenecektir.
Suçlanan cumhuriyetçi ise yapılan iltifatı demokratın kendisine
çevirmekte yarar görecektir. Beni mağrur mu buluyorsunuz? (Avrupa’nın
bütün ağızlarında “Fransız” olanla en sık birleştirilen sıfat.) Ben de
sizi pek mezhebi geniş buluyorum. Ben mi dogmatiğim, genç adam. Aynada
kendinize baksanıza, sizden daha fazla her çiçeğe konan olabilir mi?
Gevşekliğinizi gizlemek için yumuşaklığınızla (souplesse)
övünüyorsunuz. Gerçekçi kim, siz mi? Herhalde çıkarcı, fırsatçı demek
istiyorsunuz. Siz beni kavgacı ve yobaz mı görüyorsunuz? Ben de sizi
kaypak ve fırdöndü buluyorum. Karşılıklı olarak yapılan bu iltifatlar
her iki kampa saflarını sıkılaştırmak imkanını vermektedir. Bunun
sayesinde her biri komşusunun çarpıtıcı aynasında kendisini güzel
bulmaktadır. Patolojik örneklere dayanılarak yapılan tartışma,
narsizmin klasik bir hilesidir.
Cumhuriyetin korkunç biçimlerinin bugün demokrasininkilerden bin defa
daha fazla alaylara yol açması bir tesadüf değil. Alayların oranı,
kuvvetlerin oranını ifade etmektedir. 1989′un Fransa Cumhuriyeti’nde,
cumhuriyet azınlıkta kalmıştır. Bir demokrat için de azınlıkta bulunan
daima çirkindir.
Cumhuriyeti yöneten, evrensel kavramdır; demokrasiyi yöneten ise yerel
kavram. Cumhuriyette her milletvekili tüm ulusun milletvekilidir.
Demokraside ise her temsilci kendi seçim bölgesinin veya
“constituency”sinin temsilcisidir. Birinci, dünyanın yüzüne hiç
kimsenin görmemiş olduğu evrensel insanın haklarını haykırır; ikinci
ise Amerikalıların, İngilizlerin ve Almanların haklarını, sınırlı;
fakat gerçek topluluklar tarafından zaten elde edilmiş olan hakları
savunur. Çünkü evrensel olan soyuttur, yerel olan ise somut. Bu ise
her modele kendi büyüklüğünü ve köleliklerini verir. Akıl en üstün
referansı olduğu için cumhuriyette devlet üniter ve doğası gereği
merkezidir. Cumhuriyet devleti mahalli değerler, adetler ve kurumları
aşarak ağırlıklar ve ölçüler, şiveler ve yönetimler, okul programları
ve ders yılı takvimlerini birleştirir. Çoğulcu kültür içinde gelişen
demokrasi ise eğilimi itibariyle federal ve kuşkuculuğundan ötürü de
anti-merkeziyetçidir. Demokrat, “herkese kendi hakikati” diyerek iç
çeker. Onun için sadece kanaatler vardır (ve onlar temelde birbiriyle
aynı değerdedir). Buna karşılık cumhuriyetçi hatalı olanları tehlikeye
atma riskini göstererek “hakikat bir, hata muhteliftir” deme
eğiliminde olacaktır. Demokrat öz-yönetim ve özel statülere bayılır.
Her şehirsel, dinsel veya yerel topluluğun kendi “doğal” liderleri,
kendi özel programlı okulları, hatta kendi mahkemeleri ve milisleri
olmasında bir kötülük görmez. Yamalı bohça, bir cumhuriyetçi için
kabul edilemez.


Demokrasi bölgeciliklerin ortaya çıkmasına, özel çıkarların
bencilliklerin kendisini göstermesine izin verebilir. Çünkü onun derin
kanaati “Tanrı’ya güveniyoruz”dur (in God we trust). Zaten her yeşil
banknotun üzerinde de bu vardır. “Tanrı’nın altında tek ulus” (one
nation under God) dağılma tehlikesi göstermez, çünkü demokrata göre
Tanrı iyi bir federatördür. Demokrasi canının istediği kadar maddeci,
aşırı bireyci görünebilir. Çünkü mezhepler arası farklılık ne kadar
büyük olursa olsun, topluluklar arası mutabakat (consensus) bütün otel
odalarında komidin üzerine yerleştirilmiş bulunan İbrahim’in mesajı
ile sağlanmaktadır. Cumhuriyete demokrasinin yarısını getirmek isteyen
liberaller, onun dinsel çerçevesini de ithal etmedikleri takdirde,
tahrip ettikleri şeyin yerine yenisini koyamazlar. Çünkü püriten
dinsel inancından soyutlanmış olarak bu idare şekli inançsız ve
ilkesiz bir orman kanununa dönüşür.
Pragmatizm, cumhuriyetin harcı değildir. O, “büyük amaçlar”ı
olmaksızın ölür. Çünkü dünya devletinin ihtiyacı olan metafiziği o ne
Yaratıcı’dan, ne de herhangi bir Vahiy’den isteyebilir. O kendine
aşkın olmak zorundadır. Demek ki o, yönetmekten ölebilir.


Devlet – Toplum


Cumhuriyette devlet topluma hakimdir. Demokraside ise toplum devlete.
Cumhuriyet çıkarlar çelişkisi ve şartların eşitsizliğini yasanın
önceliği ile yumuşatır. İkincisi ise bunları bütünüyle ve insanların
karşılıklı rızasıyla pragmatik sözleşme yoluyla düzeltir. “Ulusal
formasyonun rektörü ve vektörü olan devlet”in (Pierre Nora) toplumsal
düzenlemeyi uzun zamandan beri kendileriyle sağladığı memurlar
yönetimine karşıt olarak demokraside hukukçular (jurites) yönetimi
vardır. Bundan dolayı da Fransa’da hukukçuların (avukat, noter, hukuk
danışmanı) sayısı, komşu ülkelerindekine göre çok düşüktür. Fransa’da
2 bin kişide 1 olan bu oran, İngiltere’de bin kişide 1, Batı
Almanya’da bin 200 kişide 1, Birleşik Amerika’da ise 500 kişide 1′dir.
Bir cumhuriyet zihinsel bakımdan cumhuriyetçi olanlardan meydana
gelir. Bir demokrasi ise göreli bir kayıtsızlık içinde, hukuk
metinlerinin soğuk nesnelliğine dayanılarak kanunların ruhu ile değil,
lafzı ile işleyebilir. Seçimlere yüzde elli katılmama bir cumhuriyetin
ruhunu yok eder; ama bir demokrasiye zarar vermez. Yargıçlar yönetimi,
cumhuriyetçi değildir. Bunun nedeni sadece kanun koyucu halkın
egemenliğinin elinden alınması değildir. Aynı zamanda onu, ruhunda ve
vicdanında kanunların kendisine dikte ettiği şeyi isteme durumundan
mahrum kılmasıdır.


Kamusal – Özel


Ancak bu, öte yandan demokrasinin “ahlakçılık”a çok değer vermesiyle
çelişik değildir. Çünkü demokrasi, özel olanla kamusal olanı, kişisel
erdemlerle yurttaşlık görevini birbirine karıştırır. Demokrasi
rahatlıkla adalet yerine sevgi ve acımayı (charité), kılavuz yerine
Papaz John’u, toplumsal soruna tatmin edici bir cevap olarak
Kızılhaç’ı veya şefkat birliklerini geçirebilir. Tinsel olanı dünyevi
olandan ayırırken kendisinden hareket ettiği aynı nedenlerle özel
olanı kamusal olandan ihtimamla ayıran cumhuriyet ise (Birleşik
Amerika’da olduğu gibi) kamu görevini üzerine almış insanları özel
hayatlarına göre yargılamayı reddeder. O, yurt sevgisini tercih eder.
Ona göre iyi duygular veya iyi bir ahlakla iyi politika yapılmaz.
Bundan dolayı adaleti sağlarken sevgisiz ve acımasız olabilir.


Küçük veya orta boy veya geçmişi ile ilgili borcu olan bir demokrasi
herhangi bir rahatsızlık duymaksızın veya bir şeyi inkar etmek zorunda
olmaksızın askeri bakımdan bir başka devletin himayesi altında
bulunabilir. Almanya, İtalya ve Japonya demokrasilerdir. Ancak bir
cumhuriyet, bir cumhuriyet olarak kendisini inkar etmeksizin kendisini
savunma işini bir başka devlete havale etmez. Onda içerdeki özgürlükle
dışarıya karşı bağımsızlık bir ve aynı şeydir. Yurtsever denen kişi
cumhuriyette özgürlük aşkıyla vatan sevgisini birbirinden ayırmaksızın
vatanına komşularına göre hiçbir özsel üstülük tanımayan kişidir.
Kendisinden daha zayıf olanı ezen bir cumhuriyet, kendi ilkelerini
çiğnemiş olur ve bunu da er veya geç fark eder. Demokraside ise
yurtseverler milliyetçiler adını alırlar. Bunlar özgürlüğü kudretle
değiştirmeye hazır korkunç insanlardır.


Her yurttaşın başkalarının özgürlüğünden sorumlu olması ve dolayısıyla
ihtiyaç olduğunda silah taşıması gerektiği cumhuriyette devlet
ordunun, ordu da devletin içine yerleştirilir. Ölüm önünde (ve tabii
vatan görevi bakımından) eşitlik olmaksızın yurttaşların eşitliğinin
ne anlamı vardır? Bundan dolayı cumhuriyetçi ilke, bütün vatandaşların
askerlik görevlerini yapmalarına dayanan bir orduyu öğütler.
Demokraside ise (Birleşik Amerika ve İngiltere’de olduğu gibi)
özellikle barış zamanlarında ulusal savunma, profesyonellerin işidir.
Cumhuriyette yurttaşlık bir olgu durumuna değil, bir hak ilkesine
bağlıdır. Örneğin oy verme hakkına ya sahip olunur ya olunmaz; ama
varsa ona tümüyle sahip olunur. Halk egemenliği parça parça verilmez
ve siyasal haklar hiyerarşikleştirilemez. Buna karşılık demokrasi
(biraz eski Atina’da olduğu gibi) birinci, ikinci, üçüncü sınıf
yurttaşlara sahip olmayı kabul edebilir. Sadece o, “belediye
seçimlerinden oy verme hakkı”yla “genel seçimlerde oy verme hakkı”nı
birbirinden ayırabilir -Cumhuriyetçi meşruiyete olduğu gibi
cumhuriyetçi ahlaka da aykırı olan bir ayırım-.


Okul


Cumhuriyette her köyde iki hassas yer vardır. Seçimle gelenlerin
kamunun iyiliği için birlikte müzakerelerde bulundukları belediye ve
hocanın öğrencilerine bir üstaddan vazgeçmeyi öğrettiği okul. Veya
daha iyi söylemek gerekirse Millet Meclisi ve Sorbonne Demokrasi’de
ise bunların yerini mabet ve drugstore veya atedral ve Borsa alır.
Cumhuriyet çocukta insanı arar ve çocuğu ortadan kaldırmak pahasına
onda yalnızca büyümesi gereken şeye hitap eder. Demokrasi ise insanda
çocuğu şımartır. Çünkü o ona yetişkin muamelesi yaparsa onu
sıkacağından korkar. Öğrencinin yetişmesini isteyen cumhuriyetçi
hiçbir çocuğun çocuk olarak hayranlık verici olmadığını söyler.
Demokrat ise sonuçta kocaman çocuklar oldukları için ‘bütün insanların
sevimli olduğunu düşünür. Bu daha kaba bir biçimde şöyle de ifade
edilebilir: Cumhuriyet çocukları sevmez. Demokrasi ise yetişkinlere
saygı göstermez.
Cumhuriyette toplum, birinci görevi yalnız başına kendi tabii ışıkları
ile her konuda yargıda bulunma gücüne sahip yurttaşlar yetiştirmek
olan okula benzemelidir. Demokraside ise okulun kendisi topluma
benzemelidir. Okulun ilk görevi onda iş pazarına adapte olmuş
üreticiler yetiştirmektir. Bu durumda onda “hayata açık bir okul” veya
“seçime, isteğe bağlı bir eğitim” talepleri ortaya çıkacaktır.
Cumhuriyette okul, duvarlar ve özel yönetmelikler arasında kapalı bir
yer olmak zorundadır. Çünkü bunlar olmazsa okul, onu her biri farklı
bir yöne çeken sosyal, politik, ekonomik veya dinsel kuvvetler
karşısında bağımsızlığını (yani laikliğini) kaybedecektir. Biri insanı
ortamından bağımsız kılmaya, diğeri ise onu onunla bütünleştirmeye
çalışan iki okul aynı okul değildir. Böylece cumhuriyetçi okulun
şöhretini, aydın işsizler teşkil edecek, buna karşılık demokratik okul
rekabet gücüne sahip bir aptallar topluluğu yetiştirecektir. Her
birinin kendi zayıflıkları var.


Cumhuriyet okulu sever (ve onu yüceltir.) Demokrasi ise okuldan korkar
(ve onu ihmal eder.) Ama her ikisinin de en çok sevdikleri veya
korktukları şey, okulda felsefedir. Bir cumhuriyeti demokrasiden
ayırmanın en emin yolu; üniversiteye girişten önce felsefenin lisede
öğretilip öğretilmediğine bakmaktır. Görülecektir ki Avrupa’nın en
demokratik bölgesinde, yani Protestan dinine sahip kuzey bölgesinde
son sınıflarda onun yerini tutan dinsel eğitimdir. Demokratik eğitim
sistemleri, felsefeyi, seçimlik bir ruh eğitimi tamamlayıcısı olarak
görür. Ona göre bu eğitim, gerçekte papazlarla şairler arasında
paylaştırılması gereken bir eğitimdir. Cumhuriyette ise, amacı
öğretileri sergilemek değil, problemler yaratmak olan felsefe mecburi
bir ders konusudur. Cumhuriyette, öğrencilerin toplumsal kökeni ne
olursa olsun, aydınları organik bir bağla topluma bağlayan okul,
özellikle felsefe dersidir.
Cumhuriyet, felsefi bir kavram olduğu için, ebedidir, sonu yoktur.
Tarihte sonsuz olarak devam eder. Onu ileriye götüren de bu
sonsuzluğun kendisi, bu kendi kendinden memnun olmamadır. Demokrasi
ise sosyolojik bir olay olduğu için kendi aynasında kendini güzel
bulabilir.


Bu kendinden memnun olma -ki sık sık rastlanan bir şeydir-
etnosantrik, fakat etkili bir propagandaya imkan verir. Kendisini
aşılmaz bir şey olarak gördüğü için bir demokrasi belli bir vicdan
huzuru ile kendisini bir model (modele) olarak sunar. Buna karşılık
kendisini kusurlu ve düşlediği evrensel cumhuriyet bakımından daima
özel bir durum olarak gördüğünden bir cumhuriyet, her zaman ancak bir
örnek (exemple) olmak zorundadır.


İletişim- Kurum


Kanaatin yasa hükmünde olduğu demokraside, değer verilen paradır.
Kanaat meydana getiren araçlar gerçekten gitgide daha pahalı
olmaktadır. Onda imge, kavramın ayağını kaydırmakta, sözel olan yazılı
olana hakim olmaktadır. Bir demokrasinin seçim kampanyalarında afiş,
adayın ucuza mal olan beyaz üzerine siyah yazılmış görüş ve
düşüncelerini değil, pahalı olan renkli resimlerini sergiler. Bundan
dolayı demokraside reklamcı politik sorumluya, yani kural olarak
seçimden sonra hareketlerini basın-yayın vasıtalarının şantajına göre
ayarlamak zorunda kalan kişiye emretmektedir. Politikacı demokraside
politikasını bu politikalarla ilgili verilebilecek veya verilemeyecek
olan imgelere göre düzenler. Bunun için o kararlarını her hafta
kendisine, kendisinin ve başkalarının popülarite oranlarını gösteren
kamuoyu adlı barometrenin derecelerine göre ayarlar: Bir televizyon
kanalının yöneticisinin programındaki arzını, televizyon kamuoyu
yoklamalarının sonuçlarının ortaya koyduğu talebe göre ayarlaması
gibi!
Cumhuriyette davranışları düzenleyen, bir çıkarlar uzlaşmasından başka
şey olan, ilkedir. Örneğin bir siyasal parti, iktidarı ele geçirme ve
sürdürmenin aracı değildir: O, bir yüze veya belirsiz bir vaade değil,
bir programa uyar. Eğer egemen (yani halk), oy vermek suretiyle
kendisiyle sözleşme yaparsa, bu parti sözleşmeye uymaktan sorumlu
kabul edilecektir. Eğitimi, enformasyon vermekle veya şeylerin ilk
nedenlerini araştırmayı son dünya haberleriyle karıştırmadığı gibi
cumhuriyet, oy verme (suffrage) ile yoklamayı (sondage), devlet ile
toplumu birbirine özdeş kılmaz. Çünkü halkla kitleyi, kurumsal olanla
isterik çığlıkları birbirine karıştıranlar sonunda adaletle linç
etmeyi birbirine karıştırırlar. Cumhuriyette olması gerekenle olan,
kalması gerekenle geçmesi gereken birbirlerine karıştırılmaz.


O halde demokraside ana kavram, iletişimdir (communication),
cumhuriyette ise kurum (institution). Cumhuriyetçi terminolojide okul
müdürü (instituteur) veya müdiresi kavramının, bu işin bizzat kendisi
gibi saygı uyandıran bir kavram olması, buna karşılık demokraside
utanılacak bir şey olması hayret verici bir şey değildir. Kutsal
dörtgenden -kara tahta veya küçük ekran- iki ayrı tür terminoloji
çıkar: Her rejimin kendi yüceliği vardır: Hayat veya diplomanın
yüceliği. Gazeteci, reklamcı, şarkıcı, aktör, işadamı bir demokrasinin
rehberlerini teşkil eder. Öğretmen, yargıç, bilim adamı ve hatta
görünüşte paradoksal olmakla birlikte subay, cumhuriyetin rehberlerini
oluşturur.


Bir demokrasi kendisini çevreleyen gürültü patırtı içinde rahatça
yaşayabilir. O, bundan uzun vadede tamamen kendi kendisine bir düzenin
çıkacağına emindir. Cumhuriyette ayrım (distinction) veya ayırt etme
(discemement), sessizlik kaleleri ve plajları gerektirir. Birincisi
bir gürültü iyimserliği, ikincisi ise bir sessizlik iyimserliği olarak
tanımlanabilir. Bugünlerde gürültünün adlandırıldığı gibi “müzik
şöleni” veya “bayramı” bir demokrasinin felsefesini temsil eder. Bir
dakika sessizlik ise bir cumhuriyetin ruhunu ortaya koyar.


Cumhuriyetin korkunç biçimlerinin bugün demokrasininkilerden bin defa
daha fazla alaylara yol açması bir tesadüf değil. Alayların oranı,
kuvvetlerin oranını ifade etmektedir. 1989′un Fransa Cumhuriyeti’nde,
cumhuriyet azınlıkta kalmıştır. Bir demokrat için de azınlıkta bulunan
daima çirkindir.


Eski-Yeni


Demokrat yenmiştir. Cumhuriyetçi bugün artık ancak artçı savaşlar
veriyor görünmektedir. Ancak nakavtla alınan bu zafer, bir maçın
sonunu belirlememektedir. Şu basit nedenle ki ortada bir dövüş
olmamış, sadece ayaklarımızın altında bulunan tektonik plakaların bir
kayması olmuştur. Ulus, cumhuriyetçi olarak konuşmaya devam etmekte,
toplum ise demokrat olarak davranıp düşünmektedir. Norm ile kültür,
Fransa tarihiyle Fransızların hayatı arasında bir kopukluk (décalage)
ortaya çıkmıştır. Protokol ile gerçek alışkanlıklar arasındaki bu
frekans farklılığı öğrenci ve öğretmenlerin kararsızlıklarını
açıklamaktadır. Başörtüsü ile ilgili anketlerin gösterdiği gibi 45
yaşından büyük Fransızların üçte ikisi cumhuriyetçi olarak davranmak
şansına sahipken 25 yaşından küçük Fransızlarda ise, demokrat davranma
şansı üçte ikidir. Cumhuriyet eskiden kalma bir kavram gibi
görünmektedir. Laik okul da öyle. Her ikisi de sevimli değiller.
Etraftaki her şey bize insan haklarından, borçsuz alacaklardan,
zahmetsiz zevklerden söz ederken onlar, ödevler içermektedirler.
Kuralsız bütünleşme. Demokratlar gençliği ilkelere tercih mi
ediyorlar? Bu yeni bir haber değil. Devir yüksek olanın değil geniş
olanın, gri gömleğin değil, apoletlerin devri. Zamana uygun yaşamak
lazım. Başka bir çağdan kalma ise, yasanın önemi fazla değil. Bundan
dolayı 1989′da, Fransız kavramının doğuşunu Amerikan biçimleri altında
kutladık ve herkes Goude tarafından düzenlenen geçit resminde
demokrasinin tanrılaştırılmasını, cumhuriyetin yerin dibine
batırılmasını alkışladı. “İki yüzüncü yıldönümümü mü benden çaldılar?”
“Hayır! benden cumhuriyetimi çaldılar.”
Niyetle sonuç arasında bir kopukluğun ortaya çıkmış olduğunu
söyleyelim. 1981′de muhteşem bir serüven olan “sosyalizmle özgürlüğü
barıştırmak” için yola çıkmış olan solun yaptığı şey sonuçta Raymond
Barre ile Harlem Desir’i barıştırmak oldu. Bu övgüye değer bir şey;
ancak gerçekte hiç de fevkalade değil. Çünkü onlar gerçekte küs
değillerdi ki (Barış, anlayış içinde olmak, Borsa’ya hiçbir zaman
zarar vermemiştir.) Cumhuriyetçi partinin çocukları, sosyalizm adı
altında liberal demokrasiyi göklere çıkarıyor ve uyguluyorlar.
Michelet, Tocqueville’i doğurmuştur. İyi veya kötü, bu olayın
açıklanması gerekir.


Cumhuriyetçi modeli kendi evinde güç duruma düşüren bunalımları,
değişimleri, başkalaşmaları, yıkılmaları, aşılmaları burada ayrıntılı
olarak tekrar ele almayacağız. Sosyologlar işlerini iyi yapıyorlar.
Kavramın imgeye, babanın “pub”cı çocuklarına, kamusal olanın özel
kültlere yerlerini terk etmeleri şüphesiz toplumsal bir olaydır.


Kültürleştirme


Fransa’nın dünyadaki maddi, nesnel ve ölçülebilir zayıflamasını
hatırlamamız gerekir. Bu olay, her şeyi arkasından sürükleyen
Amerika’dan esen rüzgarlara yolu açarak koruluğumuzun eski çitlerini
yerle bir etti. Soft’un hard’ı kovduğu gibi, santiaglar galoche’ları,
kompakt diskler 45′lik plakları, faks belinogram’ı kovdu. İnsanın
kendisinin olanı başka olan, yabancı olanı kendisinin olan gibi
yaşadığı durumları tasvir etmek için sosyologlar
“kültürleştirme” (acculturation) deyimini kullanıyorlar (eskiden
filozofların “yabancılaşma” (alienation) dedikleri gibi).
Anlaşıldığına göre bir ilk kuşak ürünü mal gibi teknolojik bakımdan
demodeleşen cumhuriyet, kendisini icat edenlerce artık yabancı ve
tuhaf bir şey, biraz komik bir folklorik unsur gibi hissediliyor.
Bunun nedeni üniversitede felsefenin yerini sosyal bilimlerin almış
olması değil veya sadece o değil; St. Michel Bulvarı’nın köşesinde,
Soufflot Sokağı’nın iki yanındaki Maheu ve Capulade (lokantaları)’nın
yerini Free Time ve McDonald’s dükkanlarının almış olması. Şehirsel
dekorun biçimlerinin öğretilen şeyin içeriği, yenen şeyin inanılan
şey, duyulan şeyin beklenen şey üzerine etkisi sanıldığından fazladır.


Fransa tarihine Atlantik-ötesinin self servislerinden bakan
entelektüel “establishment”ımız sabit fiyatlı mönülerimizi
kavramamaktadır. Bundan dolayı o el çabukluğu ile (Michelet’nin)
“Fransız Cumhuriyeti Üzerine”sini (Tocqueville’in) “Amerikan
Demokrasisi Üzerine”siyle yer değiştirmiştir. Şu saf, şu şamatacı
Michelet’ye sırtını dönerek Tocqueville’den halka 1789′u takdim
etmesini, yani Fransız Devrimi’ni ve Cumhuriyet’i, demokrasinin dünya
çapındaki gelişim tarihi içinde basit bir yerel aşama olarak
açıklamasını istemiştir (Bu devrimi ve cumhuriyeti parantez içine alan
bir açıklamadır). Basın yayın “establishment”ımız Amerikan Savunma
Bakanlığı’nın bir memuru olan M. Fukuyama’nın “Tarihin Sonu”nu baş
sayfada basmaktadır; o Fukuyama ki “Milli Menfaat” (National Interest)
adlı dergide (Böyle bir ad taşıyan bir Fransız dergisi düşünebilir
misiniz?) savaş sonrasında Paris’te Kojeve’in ve onun arkasından bir
sürü Fransız filozofunun çok ince bir şekilde söyledikleri şeyi çok
kaba bir biçimde İngilizce söylemekten daha fazla bir şey
yapmamaktadır. Politik “establishment”ımız solcu bir hükümetin, okul
sorununu parlamentonun değil de bakanlar kurulunun önüne getirmesini
bir ilerleme olarak görmektedir. “Hukuk devleti” hoş, “egemen halk”
ise demode görünüyor. Demokrasinin son sözü “yargıçlar yönetimi” değil
midir? “Bağımsız idari otoriteler” her tarafta nesnellik ve
tarafsızlığın teminatı değil midirler? Yargıcın yasayı uygulamak,
yurttaşın ise onu koymak için var olduğunu düşünen safdil, çok arkaik
değil midir? Durum tersinedir.


Devlet


Devletin ve devlet kavramının içerdeki çöküşünü hatırlamak gerekir.
Devlet tekellerine karşı savaşma görüntüsü altında kamu hizmetlerinin
gerilemesi, özelleştirme ile, özel kişi ve kurumlara bırakılan bilim
ve sanat koruyuculuğu ile, kültürel faaliyetlerin özel teşebbüsçe
desteklenmesi (sponsoring) ile, devlet televizyonlarını özel
televizyonlara uydurma ile aranan kurtuluş ve geniş olarak tasvir
edilmiş olan benzeri nice yeni şartlara uydurmalar. Cumhuriyet güçlü
değil; fakat onurlu bir devlet ister. Bütçe kaynakları azalıp onur
pahalılaştığında, daha iyi olduğu söylenen demokrasi pazara hakim
olur. Bu bir seçim değildir, otomatik bir sonuçtur.
XVIII. yüzyılın aklı ve tümelinin bunalımını, Hiroshima ve Çernobil’i
ve bunlarla birlikte Condorcet’nin mutlakları ile onun Fransa’da ilk
kez cumhuriyetçi manifestoyu 1791 yılında ilan etmiş olan ve kendisine
safça bir biçimde “Hakikatin Dostları Derneği” adı verilmiş olan
düşünce kulübünün bütün varsayımlarını görelileştirmiş olan Levi
Straus, Freud, Nietzsche ve Marks babayı hatırlamak gerekir. Bu arada
aile ve iyi duyguların geri dönüşünü, midenin mantık, hümanitarizmin
hümanizm üzerine kazandığı zaferini, tabibin gördüğü rağbete karşı
militanın gözden düşmesini, dernek hayatının yeniden canlanmasına
karşı partinin ortadan kalkmasını da unutmayalım.
Anti-merkeziyetçiliği, eşrafın geri dönüşünü, taşra feodallerinin
kazandıkları yeni şöhret ve itibarı, Maurras’nın soldan geri dönüşü,
“bölgecilik”i, “farklılık hakkı”nı hatırlamak gerekir. İhtilal öncesi
rejiminin (Ancien Regime) ve onun “çeşitlilikler”inin yeniden
saygınlığına kavuşturulması, eğitimde bölgeciliğin ortaya çıkışı,
genel müfettişlik gibi ulusal sınavların da el altından terk edilişi,
kısaca “eğitim toplulukları”nın hizmetinde bir kurum olarak okulun
sulandırılmasını hatırlamak gerekir. Özellikle ve öncelikle
Avrupa’dan, bizim güzel zenginler mesihçiliğinden söz etmemiz gerekir.


Bu kocaman ve yumuşak mide, oldukça az fark ediliyor. Çünkü içinde
bulunmaktayız ve faaliyeti de yavaş. Toplulukların mide suları
sessizce Avrupa tarihinin özel şartlarından kalmış olan çeşitli
artıkları eritmektedir. Oldukça tuhaf bir karşı-kültür olarak
cumhuriyet bu artıklardan biriydi. Onun haz mı demokratik olarak
gerçekleşmekte: Çoğunluğa dayanılarak, devletin egemenlik alanının
daraltılması ve kanun koyucunun hiç kimseye hiçbir şeyden dolayı hesap
vermek zorunda olmayan teknokrata boyun eğdirilmesi yoluyla. Bu yeni
bulamaç uygun olacak mı? Laik doğulmadığı gibi cumhuriyetçi de
doğulmaz; cumhuriyetçi olunur. Aynı nedenlerle öyle olmaktan
çıkılabilir de. Cumhuriyet bir kader (predestination) değil, bir
durumdur (situation). O çaba ve uğraşla kazanılır ve eğer bunlar
gösterilmezse kaybedilir. “Avrupa’nın bütünleşmesi”nin, onun
ayakkabısı içine bizim huysuz devrimimizin giderayak koymuş olduğu
çakıl taşını çıkarıp atmanın en iyi tarzını ifade edip etmediğini
gelecek gösterecektir.


Bölgeler, sermayeler ve itaatler Avrupası’nda kıtanın ilk ulus-devleti
geri kalmış bir devlet olmakta. Bir toplumun sadık kulların itaati
veya tüketicilerin iştahı üzerine değil, yurttaşların özerkliği
üzerine dayanması için Tanrı’yı başkanlık mevkiinden uzaklaştırdık
diye kendimizi ileride sayıyorduk. Tanrı her tarafta papazları ve
tüccarları (traders) ile iyilikle veya zorlukla geri döndüğünde, öncü
olan arkadan gelmek durumunda olacaktır. Rekabetçi görünebilmek için
Fransa’nın hayat tarzını değiştirmesi bir çeşit yumuşaması mı
gerekecek? Başkenti Brüksel olan bir cumhuriyet, çok rahatsız edici
değil mi?


Birey-Yurttaş


Sokaklarda gitgide daha az yurttaş, buna karşılık evlerde gitgide daha
fazla bireyler gerektiren liberal ülke modeli, bir ilkeler değil,
açgözlülükler topluluğunu hedeflemektedir: “Eppur si muove.”
Bankacılar Avrupa’sını, yani var olan tek Avrupa’yı ümidi ancak
şölenlerimizde parlayan işçiler Avrupası’nın ocak mavisi ile
giydirmeye kalkmak, gerçekten kaçmak değil midir? Fransız solu, Avrupa
binasının yerine, yeni bir toplum inşa etme projesinin terk
edilmesinin -çünkü bu proje bir aşk gemisi olarak katı gerçeğe çarpıp
tuzla buz olmuştur- zihinlerde bıraktığı boşluğu doldurmak üzere bir
başka efsaneyi geçirdi. Belki de onun seçme imkanı yoktu. Fakat bu bir
tuzaktır. Eğer sosyalistler iyi Avrupalı olmak isterlerse, kötü
sosyalistler olacaklardır (ve tersi).


İyi cumhuriyetçi olmamız ve ortağımız olan ülkelerden iyi öğrenciler
olarak liberal demokrasinin alfabesini öğrenmek yerine onlara (laik ve
demokratik) cumhuriyetin ilk bilgilerini teklif edecek kadar aklı
başında ve cesur olmamız yetecektir. Avrupa’nın bugün ihtiyacını
duyduğu en önemli şey, bireylere yurttaşlık onurunu tekrar vermektir.
Eğer kamusal alan, artık bunu onlara vermezse onlar bunu başka yerde
aramaya koyulacaktır. Çünkü sembolik referansları olmayan toplumsal
bağ olmaz. Herkesin ortak devleti kendi referansını kaybetmeye doğru
gider gitmez, kiliseler ve kabileler bu birleştirici işlevinde onun
yerini alırlar: Boşluk doldurma meselesi. Bir cumhuriyet, ayaklarının
ucuna basarak alanı terk ettiğinde, onu yerini dolduracak olan özgür
ve muzaffer birey değildir, genel olarak papazlar sınıfı ve mafya
grupları, bireyi iterek devletin yerini alacaklardır. Politik
iktidarın her ahlaki düşüşü, dinsel otoritelerin politik ilerleyişi ve
para feodallerinin yeni bir küstahlığı ile ödenir.
Çünkü duygu yetmez; kişisel özgürlüğü “kurumlar”, akılcı iradeye
“bağlılıklar” (appertenances) gereklidir. Onlar, iskeletleri olmazsa
çökerler. Kuralsız ve disiplinsiz salt bir acıma ve güzel sözler
toplumu, tahmin edilemeyecek acımasızlıklara yol açar. Dün vicdan ve
ifade özgürlüğü olarak bireyin özerkliğini tehdit eden, devlet ve onun
yasakları (censures) idi. Bugün ise en büyük tehlikeler (yasaklama ve
dışarı atma istekleri), “sivil-toplum”dan -iştahlar ve gizli
hoşgörüsüzlüklerin kargaşası- gelmektedir. Kalbin yasası, kendi
başına, gitgide daha hoşgörüsüz ve denetimsiz kudretlerin (basın yayın
araçları, papaz sınıfları, bilimler, idare) yükselişine karşı koyamaz.
Bugün bireysel özerkliği savunmanın yolu cumhuriyetçi devletten ve ona
tekabül eden toplumdan geçmektedir. Politik rejimlerin en imkansızını
en zorunlu, en demode olanını en ilerici yapan kaderin garip cilvesi!


Cumhuriyetin Geleceği


Peki düne ait olan cumhuriyet yarın dönerse? Bu, içinden Guiseppe
Verdi’nin Geçmişe dönelim, bu bir ilerleme olacaktır.” parolasını
mırıldanmayı hiçbir zaman için bırakmamış olan gezegen operamızın ilk
180 derecelik dönüşü olmayacaktır. Gerçekten çağdaş olmak için arkaik
olma cesaretini gösterelim. Özgürlük insanları, şu büyük nostaljikler,
XVIII. yüzyıldan geriye doğru atlayarak Yunan-Roma antik dünyasını
canlandırmak suretiyle bütün çağdaşlarını aştılar. Devrim öncesi
düzenin onların kendilerinin moderniteleri olduğunu hep unutuyoruz.
Onlar bu düzeni yeterli ölçüde modern bulmadıklarından eskiyi antik
olanla, XV. Louis üslubunu Brutus’un hitabeti ile, Bouchery’yi
David’le yendiler. Tarihin ileriye doğru daha iyi sıçraması için bazen
geriye doğru adım atması gerekliymiş gibi geleceğin yaratılmasının bu
tür hileleri vardır.


Dün zarif ve sinik bir liberal kapitalizm ile aptal ve sinik bir
devletçi sosyalizm ikilemi içine sokulmak isteniyorduk. Bu seçimi
yapmamakla iyi ettik. Birincisi insanda onun gerçekte kültürel alana
ait olan özünü tatmin etmemektedir. Ölmekte olan ikinci ise yarışmak
için gerekli olan asgari şeyleri bile sağlayamamaktadır. Eğer bugün
bizden “homo religiosus”un “biz-başkaları”na karşı koymak üzere “homo
economicus”un “ben-kendim”ine katılmamız istenirse cevabımız şu
olacaktır: Hayır, teşekkürler, “yurttaşı kabul”ün “biz-hepimiz”i
kafidir. Gerçekten kendi tarzında retrograd olan ilerlemenin bizi iki
tür geriye dönüş arasında bir seçim yapma durumunda bırakması
mümkündür. Dinsel geriye dönüş veya cumhuriyetçi geriye dönüş.
Kabileler veya ulus, papazlar veya lise müdürleri. Bu son durumda
Condorcet, Michelet ve Jules Ferry’den televizyonda numaralarını
göstermek üzere geri dönmelerini istemek yararımıza olacaktır. Önce
bir demokrasi olmayacak bir Fransız Cumhuriyeti’ne tahammül edilemez.
Başkaları gibi bir demokrasi olmaktan başka bir şey olmayacak bir
Fransız Cumhuriyeti de değersiz olacaktır.
 

haziran25

Üye
Üye
Katılım
11 Eyl 2007
Mesajlar
12
Puanları
1
Yaş
124
Konum
izmir
Cumhuriyet Ve Demokrasi Arasındaki Farkı Nasıl Açıklanmalı???

demokrasi bir idealdir, yani düşünsel ve pratik olarak eşitlikçi,adaletli,insancıl bir yaşam kurgusudur. daha çok felsefi bir kavramdır. bu kavramı çocuklara basit tanımlarının yanına yaşamdan örnekler ekleyerek açıklıyorum. cumhuriyet ise daha teknik bir kavram, demokrasiyi hayata geçirmek için örgütlenmiş devlet yönetimidir.türkiye cumhuriyetinin yönetim organlarından örneklerle somutlaştırabiliriz. özetle demokrasi bir ideal, cumhuriyet ise bunu gerçeğe dönüştürmeye çalışan devlet örgütlenmesidir.
 

sosyalci_42@

Yeni Üye
Üye
Katılım
5 Kas 2009
Mesajlar
2
Puanları
1
Yaş
124
Konum
konya
basitçe ve kısaca cumhuriyet bir yönetim biçimi;demokrasi ise bir yaşam biçimidir.demokrasinin olduğu her yerde cumhuriyet olmak zorunda değildir ama cumhuriyetin olduğu yerde demokrasi mecburidir..........
 

campus19

Üye
Üye
Katılım
23 Mar 2007
Mesajlar
16
Puanları
3
Konum
istanbul
Cumhuriyet Ve Demokrasi Arasındaki Farkı Nasıl Açıklanmalı???

Cumhuriyet halkın egemen olduğu yönetim biçimidir.
2 tür cumhuriyet vardır: Demokratik olan ve olmayan.
Bir cumhuriyetin demokratik olması için bir takım şartlar vardır: Anayasa, Düzenli ve adil seçimler, Siyasi partiler, Kuvvetler Ayrılığı, Sivil toplum kuruluşları.
 
Üst