UNESCO Dünya Mirası Listesindeki Türkiye
Dünyanın her yerinden kültürel ve doğal alanların bulunduğu Unesco Dünya Mirası Listesi’ne 1985-1998 yılları arasında ülkemizden 9 yer dahil edilmiş. İstanbul Tarihi Yarımadası, Göreme Milli Parkı-Kapadokya, Divriği Ulucamisi, Hattuşaş, Nemrut Dağı, Xanthos-Letoon, Hierapolis- Pamukkale, Safranbolu ve Truva söz konusu listede bulunuyor.
İstanbul Tarihi Yarımada
Tarihi şekillendiren iki büyük imparatorluk olan Bizans ve Osmanlı’ya başkentlik yapan İstanbul, 1985 yılında listeye dahil edildi. Tarihi Yarımada’da bulunan anıtsal Ayasofya, Süleymaniye ve Sultanahmet Camileri’nin yanı sıra Yerebatan Sarnıcı, Topkapı Sarayı ve şehir surlarıyla büyüleyici bir görünümü olan İstanbul, bu listeye Türkiye’den ilk giren yerlerden.
İstanbul’un denize uzanan muhteşem coğrafyasını seçkin eserlerle süsleyen her iki imparatorluk da onun kıymetini fazlasıyla bilmiş. Ancak bugün için aynı şeyleri söylemek pek mümkün değil. Bu nedenle son yıllarda Unesco’dan yarım adanın yeterince korunmadığı konusunda yoğun eleştiriler geliyor.
Her şeye rağmen İstanbul dünyanın en gözde kentlerinin başında geliyor ve bugünlerde 2010 yılında “Dünya Kültür Başkenti” olmaya hazırlanıyor.
Nemrut Dağı
Adıyaman ve çevresine M.Ö. 80 ile M.S. 72 yılları arasında egemen olan Kommagene Krallığı’ndan geriye kalan Nemrut Dağı kalıntıları 1987 yılında listeye girdi. M.Ö. 69-36 yıllarında Kommagene Kralı olan I. Antiochos’un tümülüsünün bulunduğu Nemrut Dağı’nın yüksekliği 2.150 metre. Belli bir noktaya kadar araçlarla çıkılabilen dağın son 500 metrelik bölümü yürüyerek çıkılabiliyor. Gündoğumu ve batımının muhteşem izlenebildiği zirvedeki teraslar heybetli tanrı ve kral heykelleriyle donatılmış. Dört yöne bakan teraslardaki devasa heykellerin ve kralın tümülüsünü örten yumruk büyüklüğündeki taşların buraya nasıl getirildiğine ve böylesi etkileyici bir mekanın tanrısal bir güç olmadan nasıl ortaya çıkarıldığına insan şaşırmadan edemiyor. İnsanların gündoğumunu ya da batımını izlediği anlarda siz kimsenin olmadığı diğer teraslara gidip sadece rüzgarın sesi ve bu heykellerle baş başa kalırsanız ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.
Hierapolis Pamukkale
Denizli’ye 22 kilometre mesafede bulunan Hierapolis Antik Kenti ve adeta kentle iç içe geçmiş olan Pamukkale travertenleri 1988 yılında listedeki yerini almış. Doğanın mucizesi olarak tanımlayabileceğimiz travertenlerle, insan emeğinin sonucu olan Hierapolis kenti burada uyum içinde yan yana gelerek eşsiz bir birliktelik çıkarmışlar ortaya. Kent M.Ö. 2. yüzyılda Bergama Kralı II. Eumenes tarafından kurulmuş. Adını Bergama’nın kurucusu Telephos’un karısı Hiera’dan alan kent bir dönem Frigya bölgesinin başkenti olmuş. Bizans döneminde piskoposluk merkezi olan kente Roma mimarisi hakim durumda. Yamaçlarda oluşmuş travertenlerin su dolu havuzcuklarının şiirsel görünüşlerinin dışında Hierapolis’ten geriye kalan nekropol ve tiyatro kalıntıları bölgeyi mutlaka görülmesi gereken yerler listesinin ilk başlarına koyacak nitelikte. Tüm bunların yanında Pamukkale’nin bana göre en hoş yanı içi antik kalıntılarla dolu termal sulu bir havuzda kış günü yüzmek.
Hattuşaş
İlkçağ’da Hitit İmparatorluğu’na başkentlik yapan Hattuşaş, 1986 yılında Unesco listesine eklendi. Çorum yakınlarında bulunan kent M.Ö. 1700 civarında ilk Hitit Kralı Kussara tarafından Hattiler’den alınmış. Bu tarihten 100 yıl sonra da I. Hattuşalı tarafından başkent yapılmış. M.Ö. 1190’da Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla birlikte kent önemini yitirmiş. Çok geniş bir alana yayılan Hattuşaş’tan geriye kalanlar arasında Sfenksli Kapı, Aslanlı Kapı, 71 metrelik bir tünel olan Yer Kapı ve Kral Kapı en sağlam durumda olan kalıntılar. Ayrıca ilginç kaya kabartmalarıyla dikkat çeken Yazılıkaya da, Hattuşaş sınırları içinde bulunuyor. Hititler’in ilkbahardaki yeni yıl kutlamalarının yapıldığı Yazılıkaya’da, kayalara sıra halinde işlenmiş 12 yeraltı tanrısı, Kılıç Tanrısı, Tanrı Şarruma ve himayesindeki Kral IV. Tuthaliya ait kabartmalar yapılışlarının üzerinden 3.300 yıl geçmiş olmasına rağmen hala sapasağlam durumdalar.
Xhantos ve Letoon
Fethiye’ye 46 kilometre mesafede bulunan Xanthos ve yakınındaki Letoon antik kentleri 1988 yılında listeye dahil edilmiş. İlkçağ’da Fethiye-Antalya arasında büyük bir uygarlık kuran Likya Birliği’nin idari ve dini merkezi olan Xanthos, M.Ö. 2. yüzyılda birliğin başkenti olmuş. Pers saldırılarına karşı gösterdiği onurlu direnişle tarihe geçen Xanthos, Roma ve Bizans dönemlerinde önemli yapılarla donatılmış. 12. yüzyılda yaşanan Arap akınları nedeniyle kent terk edilmiş. Xanthos’un komşusu olan Letoon ise kutsal bir merkez olarak Likya için önemliydi. Bu nedenle kente adını veren Tanrıça Leto başta olmak üzere Apollon ve Artemis adına tapınaklar bulunuyor Letoon’da. Ayrıca her iki kentte bulunan Roma tiyatroları son derece sağlam durumdalar. Xanthos tiyatrosunun yanıbaşında bulunan lahitler, başka hiçbir antik kentte göremeyeceğiniz bir özellik.
Safranbolu
Safranbolu Belediye Meclisi’nin 12 Haziran 1975’te aldığı bir kararla koruma altına alınan kent, asıl ününü 1976 yılında çekilen “Safranbolu’da Zaman” adlı belgeselle kazandı. Unesco Dünya Mirası Listesi’ne ancak 1994 yılında girebilen Safranbolu’da 110 tane tescilli konak bulunuyor. Geçmişi 2000 yıl öncesine dayanan yerleşime karakterini veren Osmanlı konaklarının pek çoğu otel olarak hizmet veriyor. Safranbolu’nun ruhunu hissetmek için böyle tarihi bir konakta kalmak gerekir. Kenti kuşbakışı izleyebileceğiniz Hıdırlık Tepesi, 17. yüzyıl yapımı Cinci Hanı ve film platosu görünümüyle Yemeniciler Arastası, Safranbolu’ya değer katıyor. Tüm bunların yanında dereler ve kanyonların kesiştiği coğrafyası, misafirperver halkı ve zengin mutfağını görünce insan, Safranbolu’nun nasıl olupta Unesco listesine bu kadar geç alındığına şaşırmadan edemiyor.
Göreme Milli Parkı-Kapadokya
1985 yılında listeye alınan bölgede yapılan araştırmalar buradaki ilk yerleşimlerin M.Ö. 2000’li yıllara kadar ulaştığını gösteriyor. Asur, Pers, Roma, Bizans ve Türk egemenliklerinin izlerine rastlanan Kapadokya’nın karakterini Anadolu’daki ilk Hıristiyanlar oluşturmuş. Özellikle 4. yüzyılda yeni dini yaymaya çalışan ve baskılara direnen pek çok kişi volkanik kayaları yaşama ve tapınma mekanlarına dönüştürmüş. Her ne kadar tartışılsa da Persçe “Güzel Atlar Ülkesi” anlamına gelen “Katpatukya” kelimesinin adının kaynağı olduğu sanılıyor. Gerçek üstü görünümünü her mevsim insanlara sunan Kapadokya, insanları fazlasıyla etkilemeyi başarıyor. 360 kadar kilise ve manastıra ev sahipliği yapan bölgenin dinsel karakteri öne çıksa da, yeraltı kentleri ve kırmızıdan sarıya değişen toprak renkleriyle de ziyaretçilerine görsel bir şölen sunuyor.
Divriği Ulucamisi ve Darüşşifası
Selçuklu çağı mimarisinin başyapıtı sayılabilecek Divriği Ulucamisi ve hemen yanıbaşındaki Şifahane, 1985 yılında listeye alınan ilk üç yerden biri. Mengücek Beyliği’nin Divriği hükümdarı Ahmet Şah ve karısı Turan Melek tarafından 1228 yılında inşa ettirilen yapıların mimarı Ahlatlı Muğis oğlu Hürremşah’tır. Selçuklu mimarisinin genel özelliklerinden olan sadelik, bu yapılarda da göze çarpıyor. Ancak mimaride görülen bu sadelik, cami ve şifahanenin taç kapılarında yerini süsleme zenginliğine bırakıyor. Çağın taş ustalığını ve yaratıcılığını yansıtan taç kapılar Türk sanat tarihinde çok özel bir yere sahipler. Olağanüstü güzellikleriyle dikkat çeken bu kapıların bir benzerini daha bulmak mümkün olmadığı gibi taş oymacılığındaki mükemmel işçilik ve bezemelerde kullanılan simgesel anlamlar açısından da değerliler.
Truva
Çağlar boyunca doğu ile batının buluştuğu ve çatıştığı yer olarak karşımıza çıkan Truva Antik Kenti, 1998 yılında ülkemizden listeye eklenen son mekan. Homeros’un ünlü destanı İlyada’ya konu olan kentin binlerce yıllık geçmişi hala bilinmezlerle dolu. Dokuz farklı yerleşime evsahipliği yapmış olan Truva’da ilk yerleşimin tarihi M.Ö. 3000’lere kadar gidiyor. Yaklaşık 5000 yıl boyunca üst üste kurulan bu dokuz yerleşimin bir arada olması, Truva’yı arkeologlar için laboratuar haline getirmiş. Aynı mekanda 5000 yıllık zamanı inceleyebilmek bir arkeolog için bulunmaz nimet. Bu açıdan önemli olan kentin asıl önemi ise Asya ile Avrupa’nın görünmez sınırını oluşturmasından kaynaklanıyor. Truva’da ilk kazıları yapan ve kimilerine göre kaşif, kimilerine göre ise hırsız olan Heinrich Schliemann’ın kentle bütünleşen fırtınalı yaşamı da Truva’nın ününü artırdı.
Dünyanın her yerinden kültürel ve doğal alanların bulunduğu Unesco Dünya Mirası Listesi’ne 1985-1998 yılları arasında ülkemizden 9 yer dahil edilmiş. İstanbul Tarihi Yarımadası, Göreme Milli Parkı-Kapadokya, Divriği Ulucamisi, Hattuşaş, Nemrut Dağı, Xanthos-Letoon, Hierapolis- Pamukkale, Safranbolu ve Truva söz konusu listede bulunuyor.
İstanbul Tarihi Yarımada
Tarihi şekillendiren iki büyük imparatorluk olan Bizans ve Osmanlı’ya başkentlik yapan İstanbul, 1985 yılında listeye dahil edildi. Tarihi Yarımada’da bulunan anıtsal Ayasofya, Süleymaniye ve Sultanahmet Camileri’nin yanı sıra Yerebatan Sarnıcı, Topkapı Sarayı ve şehir surlarıyla büyüleyici bir görünümü olan İstanbul, bu listeye Türkiye’den ilk giren yerlerden.
İstanbul’un denize uzanan muhteşem coğrafyasını seçkin eserlerle süsleyen her iki imparatorluk da onun kıymetini fazlasıyla bilmiş. Ancak bugün için aynı şeyleri söylemek pek mümkün değil. Bu nedenle son yıllarda Unesco’dan yarım adanın yeterince korunmadığı konusunda yoğun eleştiriler geliyor.
Her şeye rağmen İstanbul dünyanın en gözde kentlerinin başında geliyor ve bugünlerde 2010 yılında “Dünya Kültür Başkenti” olmaya hazırlanıyor.
Nemrut Dağı
Adıyaman ve çevresine M.Ö. 80 ile M.S. 72 yılları arasında egemen olan Kommagene Krallığı’ndan geriye kalan Nemrut Dağı kalıntıları 1987 yılında listeye girdi. M.Ö. 69-36 yıllarında Kommagene Kralı olan I. Antiochos’un tümülüsünün bulunduğu Nemrut Dağı’nın yüksekliği 2.150 metre. Belli bir noktaya kadar araçlarla çıkılabilen dağın son 500 metrelik bölümü yürüyerek çıkılabiliyor. Gündoğumu ve batımının muhteşem izlenebildiği zirvedeki teraslar heybetli tanrı ve kral heykelleriyle donatılmış. Dört yöne bakan teraslardaki devasa heykellerin ve kralın tümülüsünü örten yumruk büyüklüğündeki taşların buraya nasıl getirildiğine ve böylesi etkileyici bir mekanın tanrısal bir güç olmadan nasıl ortaya çıkarıldığına insan şaşırmadan edemiyor. İnsanların gündoğumunu ya da batımını izlediği anlarda siz kimsenin olmadığı diğer teraslara gidip sadece rüzgarın sesi ve bu heykellerle baş başa kalırsanız ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.
Hierapolis Pamukkale
Denizli’ye 22 kilometre mesafede bulunan Hierapolis Antik Kenti ve adeta kentle iç içe geçmiş olan Pamukkale travertenleri 1988 yılında listedeki yerini almış. Doğanın mucizesi olarak tanımlayabileceğimiz travertenlerle, insan emeğinin sonucu olan Hierapolis kenti burada uyum içinde yan yana gelerek eşsiz bir birliktelik çıkarmışlar ortaya. Kent M.Ö. 2. yüzyılda Bergama Kralı II. Eumenes tarafından kurulmuş. Adını Bergama’nın kurucusu Telephos’un karısı Hiera’dan alan kent bir dönem Frigya bölgesinin başkenti olmuş. Bizans döneminde piskoposluk merkezi olan kente Roma mimarisi hakim durumda. Yamaçlarda oluşmuş travertenlerin su dolu havuzcuklarının şiirsel görünüşlerinin dışında Hierapolis’ten geriye kalan nekropol ve tiyatro kalıntıları bölgeyi mutlaka görülmesi gereken yerler listesinin ilk başlarına koyacak nitelikte. Tüm bunların yanında Pamukkale’nin bana göre en hoş yanı içi antik kalıntılarla dolu termal sulu bir havuzda kış günü yüzmek.
Hattuşaş
İlkçağ’da Hitit İmparatorluğu’na başkentlik yapan Hattuşaş, 1986 yılında Unesco listesine eklendi. Çorum yakınlarında bulunan kent M.Ö. 1700 civarında ilk Hitit Kralı Kussara tarafından Hattiler’den alınmış. Bu tarihten 100 yıl sonra da I. Hattuşalı tarafından başkent yapılmış. M.Ö. 1190’da Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla birlikte kent önemini yitirmiş. Çok geniş bir alana yayılan Hattuşaş’tan geriye kalanlar arasında Sfenksli Kapı, Aslanlı Kapı, 71 metrelik bir tünel olan Yer Kapı ve Kral Kapı en sağlam durumda olan kalıntılar. Ayrıca ilginç kaya kabartmalarıyla dikkat çeken Yazılıkaya da, Hattuşaş sınırları içinde bulunuyor. Hititler’in ilkbahardaki yeni yıl kutlamalarının yapıldığı Yazılıkaya’da, kayalara sıra halinde işlenmiş 12 yeraltı tanrısı, Kılıç Tanrısı, Tanrı Şarruma ve himayesindeki Kral IV. Tuthaliya ait kabartmalar yapılışlarının üzerinden 3.300 yıl geçmiş olmasına rağmen hala sapasağlam durumdalar.
Xhantos ve Letoon
Fethiye’ye 46 kilometre mesafede bulunan Xanthos ve yakınındaki Letoon antik kentleri 1988 yılında listeye dahil edilmiş. İlkçağ’da Fethiye-Antalya arasında büyük bir uygarlık kuran Likya Birliği’nin idari ve dini merkezi olan Xanthos, M.Ö. 2. yüzyılda birliğin başkenti olmuş. Pers saldırılarına karşı gösterdiği onurlu direnişle tarihe geçen Xanthos, Roma ve Bizans dönemlerinde önemli yapılarla donatılmış. 12. yüzyılda yaşanan Arap akınları nedeniyle kent terk edilmiş. Xanthos’un komşusu olan Letoon ise kutsal bir merkez olarak Likya için önemliydi. Bu nedenle kente adını veren Tanrıça Leto başta olmak üzere Apollon ve Artemis adına tapınaklar bulunuyor Letoon’da. Ayrıca her iki kentte bulunan Roma tiyatroları son derece sağlam durumdalar. Xanthos tiyatrosunun yanıbaşında bulunan lahitler, başka hiçbir antik kentte göremeyeceğiniz bir özellik.
Safranbolu
Safranbolu Belediye Meclisi’nin 12 Haziran 1975’te aldığı bir kararla koruma altına alınan kent, asıl ününü 1976 yılında çekilen “Safranbolu’da Zaman” adlı belgeselle kazandı. Unesco Dünya Mirası Listesi’ne ancak 1994 yılında girebilen Safranbolu’da 110 tane tescilli konak bulunuyor. Geçmişi 2000 yıl öncesine dayanan yerleşime karakterini veren Osmanlı konaklarının pek çoğu otel olarak hizmet veriyor. Safranbolu’nun ruhunu hissetmek için böyle tarihi bir konakta kalmak gerekir. Kenti kuşbakışı izleyebileceğiniz Hıdırlık Tepesi, 17. yüzyıl yapımı Cinci Hanı ve film platosu görünümüyle Yemeniciler Arastası, Safranbolu’ya değer katıyor. Tüm bunların yanında dereler ve kanyonların kesiştiği coğrafyası, misafirperver halkı ve zengin mutfağını görünce insan, Safranbolu’nun nasıl olupta Unesco listesine bu kadar geç alındığına şaşırmadan edemiyor.
Göreme Milli Parkı-Kapadokya
1985 yılında listeye alınan bölgede yapılan araştırmalar buradaki ilk yerleşimlerin M.Ö. 2000’li yıllara kadar ulaştığını gösteriyor. Asur, Pers, Roma, Bizans ve Türk egemenliklerinin izlerine rastlanan Kapadokya’nın karakterini Anadolu’daki ilk Hıristiyanlar oluşturmuş. Özellikle 4. yüzyılda yeni dini yaymaya çalışan ve baskılara direnen pek çok kişi volkanik kayaları yaşama ve tapınma mekanlarına dönüştürmüş. Her ne kadar tartışılsa da Persçe “Güzel Atlar Ülkesi” anlamına gelen “Katpatukya” kelimesinin adının kaynağı olduğu sanılıyor. Gerçek üstü görünümünü her mevsim insanlara sunan Kapadokya, insanları fazlasıyla etkilemeyi başarıyor. 360 kadar kilise ve manastıra ev sahipliği yapan bölgenin dinsel karakteri öne çıksa da, yeraltı kentleri ve kırmızıdan sarıya değişen toprak renkleriyle de ziyaretçilerine görsel bir şölen sunuyor.
Divriği Ulucamisi ve Darüşşifası
Selçuklu çağı mimarisinin başyapıtı sayılabilecek Divriği Ulucamisi ve hemen yanıbaşındaki Şifahane, 1985 yılında listeye alınan ilk üç yerden biri. Mengücek Beyliği’nin Divriği hükümdarı Ahmet Şah ve karısı Turan Melek tarafından 1228 yılında inşa ettirilen yapıların mimarı Ahlatlı Muğis oğlu Hürremşah’tır. Selçuklu mimarisinin genel özelliklerinden olan sadelik, bu yapılarda da göze çarpıyor. Ancak mimaride görülen bu sadelik, cami ve şifahanenin taç kapılarında yerini süsleme zenginliğine bırakıyor. Çağın taş ustalığını ve yaratıcılığını yansıtan taç kapılar Türk sanat tarihinde çok özel bir yere sahipler. Olağanüstü güzellikleriyle dikkat çeken bu kapıların bir benzerini daha bulmak mümkün olmadığı gibi taş oymacılığındaki mükemmel işçilik ve bezemelerde kullanılan simgesel anlamlar açısından da değerliler.
Truva
Çağlar boyunca doğu ile batının buluştuğu ve çatıştığı yer olarak karşımıza çıkan Truva Antik Kenti, 1998 yılında ülkemizden listeye eklenen son mekan. Homeros’un ünlü destanı İlyada’ya konu olan kentin binlerce yıllık geçmişi hala bilinmezlerle dolu. Dokuz farklı yerleşime evsahipliği yapmış olan Truva’da ilk yerleşimin tarihi M.Ö. 3000’lere kadar gidiyor. Yaklaşık 5000 yıl boyunca üst üste kurulan bu dokuz yerleşimin bir arada olması, Truva’yı arkeologlar için laboratuar haline getirmiş. Aynı mekanda 5000 yıllık zamanı inceleyebilmek bir arkeolog için bulunmaz nimet. Bu açıdan önemli olan kentin asıl önemi ise Asya ile Avrupa’nın görünmez sınırını oluşturmasından kaynaklanıyor. Truva’da ilk kazıları yapan ve kimilerine göre kaşif, kimilerine göre ise hırsız olan Heinrich Schliemann’ın kentle bütünleşen fırtınalı yaşamı da Truva’nın ününü artırdı.