Kitap aralarından taşanlar
hocam düşünce güzel. ilgi çekici sözlerin yanında kitaplardan dikkat çeken kısa hikayeler de anlatılabilir. Mesela Özhan EREN'in Sarıkamış Beyaz Hüzün kitabında şöyle bir olay var, (biraz uzun olacak kusura bakmayın.) Beğenirsiniz umarım.
SARIKAMIŞ CEPHESİNDE GEÇEN BİR OLAY ( FAİK ÇAVUŞ VE YAŞLI AMCA)
Erzurum'dan, Narman'a ve Oltu'ya doğru hareket edecek iki tümen harekete
hazırlanırken, Faik Çavuşun da içinde bulunduğu takım erkenden yola çıktı. Sıçan
Dağı'nı dolaşarak Tortum'a oradan da İslâmköy, Ardos, Kozohor, Kalebogazı ve
Oltu'ya doğru gidilecekti. Aslında bu keşif görevi süvari alaylarına veriliyordu
ama bilinmez sebeple gözcülük ve keşif görevi yine Faik Çavuşun mangasının da
bulunduğu bir takıma verilmişti.
Erzurum'dan ayrılırken, soğuğa aldırmadan bir köşe başına çökmüş, elindeki
bastona başını dayamış, dalgın dalgın bakan bir ihtiyarın Faik Çavuşun takımını
görünce gözleri ışıldadı. O, heykel gibi donuk, derinleşmiş çizgileri gerildi.
Hafif hafif oturduğu yerden doğrulmaya başladı. Çekingen bir şekilde bir iki
adım attı. Gelip geçen erleri süzdü. Sonra ağır ağır yürüyerek Faik Çavuşa doğru
yaklaştı. Derin ama buğulu gözlerle çavuşa baktı baktı...
Faik Çavuş ihtiyarın bir şey söyleyeceğini sandı:
- Baba bir şey mi diyecektin? ihtiyar:
- He, dedi. Bir şey soracaktım, bağışlayın.
- Sor baba...
- Oğul, belki sen görmüşsündür, bir evlâdım vardı, adı Hasan. Kanala gitti...
İlk zamanlar bir mektubu geldi. Sonra ne haberi ne de mektubu geldi. Dört aydan
beri Hasan'ımın elinde torbasıyla bu köşeyi dönüp gelmesini bekliyorum...
Bu sözler üzerine aniden Faik Çavuşun sol yanma bir hançer saplanmış gibi oldu.
Bir ince sızı sol yanından tüm vücuduna yayıldı. Bir şey diyecekti diyemedi.
Yutkundu. İhtiyar ise yavaş yavaş konuşmaya devam ediyordu:
- Kayıp diyorlar oğul. Allah'tan ümit kesilmez ki. Bakarsın, gün doğarken gelir.
Bakarsın, kar kalkınca gelir. Kayıp demek, öldü demek değil ki oğul. Dönecek
elbet. Ben de bekleyeceğim. Kış demeden, yaz demeden bekleyeceğim. Hasan'ım
fidan gibiydi aha şu nefere benzerdi. Eliyle takımın en uzun boylusu olan
Ziver'i gösterdi.
Ziver, ihtiyarın kendini işaret ettiğini görmüştü. Yaklaşıp Faik Çavuşa sordu:
- İhtiyar ne istiyor çavuşum?
- Senin için, işte bu benim oğlum, diyor. Ziver'ini istiyormuş.
- Ne! Bu mu benim babam?
- Bilemem.
- Ben, babamı kendi ellerimle toprağa verdim çavuşum. Eğlenme benimle.
Faik Çavuş oğlunu bekleyen ihtiyarın durumunu Ziver'e anlattı. Bunun üzerine o
da:
- Eğer savaşa gitmeseydim sırf bu ihtiyarı memnun etmek için oğlu bile olurdum,
dedi.
Faik Çavuş tebessüm mü etsin, kederlensin mi bilemiyordu. İhtiyarın yüzüne bakıp
kalmıştı. Gözlerindeki hüzün o kadar belli oluyordu ki ne diyeceğini, nasıl
davranacağını şaşırmıştı.
içinden ise, "Kim bilir, kaç baba oğullarını böyle ümitle sokak köşelerinde
bekleyecekler. Kayıp oğullarını her gelene geçene soracaklar. Kayıp demek, ölmek
demek değil, diye ümitlerini yitirmeyecekler ama oğulları ne yazık ki, asla
dönmeyecek..."
İhtiyarın hüznü Faik Çavuşa geçmişti. Az önce yaşadıkları, harbe gidenlerin
arkada bıraktıklarının ne hâle geldiğinin bir yansımasıydı.
ihtiyar adamın nurlu bir yüzü vardı. Faik Çavuşa bir şey desin, onu
ümitlendirsin diye ağzının içine bakıyordu.
Faik Çavuş âdeta yalvaran gözlerle kendisine bakan ihtiyara bir şeyler söylemek
istedi.
- Sen tasalanma baba, Hasan elbet bir gün gelir...
- Sahi mi oğul! Doğru mu dersin? Gelir mi?
- Gelir ya.
Faik Çavuş yalan söylüyordu. Bu nedenle "Elbet doğru söylüyorum baba." diyemedi
sustu. Ancak söylediği bir cümle bile ihtiyar adamı memnun etmeye yetmişti.
- Gelir değil mi oğul? Hasan'ım çıkar gelir, değil mi? Ben, ömrüm oldukça
beklerim. Onu buradan askere uğurlarken, o benim ellerimi öperken, ben de onun
yüzünü gözünü öptüm. Alnını da öptüm. Giderken arkasını sıvazladım. Övünç
duymuştum, ben de bir asker babasıydım artık. Hasan'ım soğuğa gelemezdi. Ava
giderken, odun keserken, en çok elleri ve ayakları üşürdü. Şansı varmış Kanal'a
gitti. Oraları çok sıcakmış diyorlar. Hasan'ım orada üşümemiştir değil mi çavuş?
- Üşümemiştir baba.
Neferler yürüdükçe, ihtiyar adam da ayaklarını sürüye sürüye yanlarında yürümeye
çalışıyordu. Hep Faik Çavuşa bir şeyler söylüyor, gözleri arada bir Ziver'e
kayıyor, sözünün bir yerinde eliyle de işaret ederek "Oğlum da şu nefere
benzerdi. Dal gibiydi" diye tekrar ediyordu.
Sonra ihtiyar adamın adımları yavaşladı. Durdu. Bastonuna dayanarak yanından
geçip giden askerlerin arkasını sıvazlamaya başladı. Eliyle, oğlu Hasan'ı
okşarmış gibi "Haydi aslanlarım, haydi yavrularım. Gidin şu Rus'a haddini
bildirin. Hey benim şahbazlarım." diyordu. Bu arada erlerin bazıları arkalarını
sıvazlayan ihtiyarın ellerini, o da her bir askerin alnını öpüyordu. Faik Çavuş
ise bu manzarayı izliyor, hüzün dolu gözlerinde iki iri yaş düşmemek için
titreyip duruyordu.
Faik Çavuş ihtiyar adama dönüp dönüp baktı. Ta ki küçülüp görünmez olana dek...
Bir karlı bayıra doğru tırmanmaya başladıklarında, Erzurum'un dışında küçücük
kara bir nokta hâlâ duruyor, diğer askerlerin yolunu gözlüyor olmalıydı. Faik
Çavuş emindi, onlara da Hasan'ım soracak, ümit dolu bir haber, bir teselli
cümlesi bekleyecekti.
Savaş, askeri de, askerin geride bıraktıklarını da hâlden hâle koyuyordu. Kimse
kötü haber beklemezdi ama kötü haber, cepheler ne kadar uzakta ve ne kadar
imkânsızlıklar olursa olsun daima tez gelirdi. Ya bir kâğıt ya da bir meşin
künye ile ulaşacağı yere ulaşır, bir kıvılcım büyük bir yangına dönüşür,
gönülleri yakardı. Sonra duyulan kötü haber tüm haneyi kavurur, yakar ve küle
döndürürdü. Nice acılar küllenirdi ama oğullarının acısı hep taze kalırdı
yüreklerde... Anneler ve babalar hep bir şeyi merak ederlerdi; oğullarının bir
mezarı var mıydı, mezarlarının başına bir kara taş dikilmiş miydi? Hep bu konuyu
merak ederler ama asla da öğrenemezlerdi...
hocam düşünce güzel. ilgi çekici sözlerin yanında kitaplardan dikkat çeken kısa hikayeler de anlatılabilir. Mesela Özhan EREN'in Sarıkamış Beyaz Hüzün kitabında şöyle bir olay var, (biraz uzun olacak kusura bakmayın.) Beğenirsiniz umarım.
SARIKAMIŞ CEPHESİNDE GEÇEN BİR OLAY ( FAİK ÇAVUŞ VE YAŞLI AMCA)
Erzurum'dan, Narman'a ve Oltu'ya doğru hareket edecek iki tümen harekete
hazırlanırken, Faik Çavuşun da içinde bulunduğu takım erkenden yola çıktı. Sıçan
Dağı'nı dolaşarak Tortum'a oradan da İslâmköy, Ardos, Kozohor, Kalebogazı ve
Oltu'ya doğru gidilecekti. Aslında bu keşif görevi süvari alaylarına veriliyordu
ama bilinmez sebeple gözcülük ve keşif görevi yine Faik Çavuşun mangasının da
bulunduğu bir takıma verilmişti.
Erzurum'dan ayrılırken, soğuğa aldırmadan bir köşe başına çökmüş, elindeki
bastona başını dayamış, dalgın dalgın bakan bir ihtiyarın Faik Çavuşun takımını
görünce gözleri ışıldadı. O, heykel gibi donuk, derinleşmiş çizgileri gerildi.
Hafif hafif oturduğu yerden doğrulmaya başladı. Çekingen bir şekilde bir iki
adım attı. Gelip geçen erleri süzdü. Sonra ağır ağır yürüyerek Faik Çavuşa doğru
yaklaştı. Derin ama buğulu gözlerle çavuşa baktı baktı...
Faik Çavuş ihtiyarın bir şey söyleyeceğini sandı:
- Baba bir şey mi diyecektin? ihtiyar:
- He, dedi. Bir şey soracaktım, bağışlayın.
- Sor baba...
- Oğul, belki sen görmüşsündür, bir evlâdım vardı, adı Hasan. Kanala gitti...
İlk zamanlar bir mektubu geldi. Sonra ne haberi ne de mektubu geldi. Dört aydan
beri Hasan'ımın elinde torbasıyla bu köşeyi dönüp gelmesini bekliyorum...
Bu sözler üzerine aniden Faik Çavuşun sol yanma bir hançer saplanmış gibi oldu.
Bir ince sızı sol yanından tüm vücuduna yayıldı. Bir şey diyecekti diyemedi.
Yutkundu. İhtiyar ise yavaş yavaş konuşmaya devam ediyordu:
- Kayıp diyorlar oğul. Allah'tan ümit kesilmez ki. Bakarsın, gün doğarken gelir.
Bakarsın, kar kalkınca gelir. Kayıp demek, öldü demek değil ki oğul. Dönecek
elbet. Ben de bekleyeceğim. Kış demeden, yaz demeden bekleyeceğim. Hasan'ım
fidan gibiydi aha şu nefere benzerdi. Eliyle takımın en uzun boylusu olan
Ziver'i gösterdi.
Ziver, ihtiyarın kendini işaret ettiğini görmüştü. Yaklaşıp Faik Çavuşa sordu:
- İhtiyar ne istiyor çavuşum?
- Senin için, işte bu benim oğlum, diyor. Ziver'ini istiyormuş.
- Ne! Bu mu benim babam?
- Bilemem.
- Ben, babamı kendi ellerimle toprağa verdim çavuşum. Eğlenme benimle.
Faik Çavuş oğlunu bekleyen ihtiyarın durumunu Ziver'e anlattı. Bunun üzerine o
da:
- Eğer savaşa gitmeseydim sırf bu ihtiyarı memnun etmek için oğlu bile olurdum,
dedi.
Faik Çavuş tebessüm mü etsin, kederlensin mi bilemiyordu. İhtiyarın yüzüne bakıp
kalmıştı. Gözlerindeki hüzün o kadar belli oluyordu ki ne diyeceğini, nasıl
davranacağını şaşırmıştı.
içinden ise, "Kim bilir, kaç baba oğullarını böyle ümitle sokak köşelerinde
bekleyecekler. Kayıp oğullarını her gelene geçene soracaklar. Kayıp demek, ölmek
demek değil, diye ümitlerini yitirmeyecekler ama oğulları ne yazık ki, asla
dönmeyecek..."
İhtiyarın hüznü Faik Çavuşa geçmişti. Az önce yaşadıkları, harbe gidenlerin
arkada bıraktıklarının ne hâle geldiğinin bir yansımasıydı.
ihtiyar adamın nurlu bir yüzü vardı. Faik Çavuşa bir şey desin, onu
ümitlendirsin diye ağzının içine bakıyordu.
Faik Çavuş âdeta yalvaran gözlerle kendisine bakan ihtiyara bir şeyler söylemek
istedi.
- Sen tasalanma baba, Hasan elbet bir gün gelir...
- Sahi mi oğul! Doğru mu dersin? Gelir mi?
- Gelir ya.
Faik Çavuş yalan söylüyordu. Bu nedenle "Elbet doğru söylüyorum baba." diyemedi
sustu. Ancak söylediği bir cümle bile ihtiyar adamı memnun etmeye yetmişti.
- Gelir değil mi oğul? Hasan'ım çıkar gelir, değil mi? Ben, ömrüm oldukça
beklerim. Onu buradan askere uğurlarken, o benim ellerimi öperken, ben de onun
yüzünü gözünü öptüm. Alnını da öptüm. Giderken arkasını sıvazladım. Övünç
duymuştum, ben de bir asker babasıydım artık. Hasan'ım soğuğa gelemezdi. Ava
giderken, odun keserken, en çok elleri ve ayakları üşürdü. Şansı varmış Kanal'a
gitti. Oraları çok sıcakmış diyorlar. Hasan'ım orada üşümemiştir değil mi çavuş?
- Üşümemiştir baba.
Neferler yürüdükçe, ihtiyar adam da ayaklarını sürüye sürüye yanlarında yürümeye
çalışıyordu. Hep Faik Çavuşa bir şeyler söylüyor, gözleri arada bir Ziver'e
kayıyor, sözünün bir yerinde eliyle de işaret ederek "Oğlum da şu nefere
benzerdi. Dal gibiydi" diye tekrar ediyordu.
Sonra ihtiyar adamın adımları yavaşladı. Durdu. Bastonuna dayanarak yanından
geçip giden askerlerin arkasını sıvazlamaya başladı. Eliyle, oğlu Hasan'ı
okşarmış gibi "Haydi aslanlarım, haydi yavrularım. Gidin şu Rus'a haddini
bildirin. Hey benim şahbazlarım." diyordu. Bu arada erlerin bazıları arkalarını
sıvazlayan ihtiyarın ellerini, o da her bir askerin alnını öpüyordu. Faik Çavuş
ise bu manzarayı izliyor, hüzün dolu gözlerinde iki iri yaş düşmemek için
titreyip duruyordu.
Faik Çavuş ihtiyar adama dönüp dönüp baktı. Ta ki küçülüp görünmez olana dek...
Bir karlı bayıra doğru tırmanmaya başladıklarında, Erzurum'un dışında küçücük
kara bir nokta hâlâ duruyor, diğer askerlerin yolunu gözlüyor olmalıydı. Faik
Çavuş emindi, onlara da Hasan'ım soracak, ümit dolu bir haber, bir teselli
cümlesi bekleyecekti.
Savaş, askeri de, askerin geride bıraktıklarını da hâlden hâle koyuyordu. Kimse
kötü haber beklemezdi ama kötü haber, cepheler ne kadar uzakta ve ne kadar
imkânsızlıklar olursa olsun daima tez gelirdi. Ya bir kâğıt ya da bir meşin
künye ile ulaşacağı yere ulaşır, bir kıvılcım büyük bir yangına dönüşür,
gönülleri yakardı. Sonra duyulan kötü haber tüm haneyi kavurur, yakar ve küle
döndürürdü. Nice acılar küllenirdi ama oğullarının acısı hep taze kalırdı
yüreklerde... Anneler ve babalar hep bir şeyi merak ederlerdi; oğullarının bir
mezarı var mıydı, mezarlarının başına bir kara taş dikilmiş miydi? Hep bu konuyu
merak ederler ama asla da öğrenemezlerdi...