Atatürkçü Düşünce Sistemi
Prof. Dr. Salim Cöhce
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 54, Cilt: XVIII, Kasım 2002
Türkler, milâttan önce üçüncü binin ortalarına doğru takriben bugünkü Kazakistan bozkırları ile Altay dağları arasındaki sahada Atlı-Göçebe Bozkır Kültürü dediğimiz bir kültürle ilk defa tarih sahnesine çıktı. Çeşitli kültür aşamalarından geçerek, zamanla bütün Türkistan’a yayılan bu topluluğun milâttan önce dördüncü yüzyıldan itibaren tarihlerde Hiung-nu/Hun adıyla anılan bir imparatorluk tarafından temsil edildiği bilinmektedir. Yaklaşık altı yüz yıl kadar devam eden bu dönemi müteakip Türk milleti, çeşitli bölgelerde, farklı medeniyet çevreleri içerisinde ve değişik adlar altında daha pek çok devlet kurdu.
Bunlardan birisi olan ve Türkistan’dan kopup gelen büyük Türk kitlelerinin onbirinci yüzyılın başlarından itibaren ikinci bir anayurt haline getirdiği Anadolu’da kurulan Türkiye Selçukluları devleti ihtişamının zirvesinde iken Moğollar tarafından yıkıldı. Bunun sonucunda ortaya çıkan Türk beyliklerinden Ertuğrul Gazi’nin oğlu Kara Osman Beyin 1299’da tesis ettiği küçük Osmanlı Beyliği, bir milletin hayatı göz önüne alındığında çok kısa sayılabilecek bir zaman içerisinde büyük bir imparatorluk haline gelmiştir. Hızla gelişen Osmanlı devleti, onbeş, onaltı ve onyedinci yüzyıllarda Türk milletine ilimde, teknikte, medeniyette her yönden en ileri dönemini yaşatmış, bu asırlar Avrupalıların da dediği gibi adeta Türk asırları olmuştur. Ama, aynı zamanda dünyada kurulan en büyük siyâsi teşekküllerden birisi olan bu devlet onsekizinci yüzyılın başlarından itibaren önce duraklamış sonra da, yıkılmaya yüz tutmuştur.
Osmanlı devletinin çöküş süreci ondokuzuncu yüzyılda iyice hızlandı. Bu gidişi durdurmak için sarf edilen çabalar, bir başka deyişle Osmanlı yenilik hareketleri istenilen neticeyi sağlayamadı ve Birinci Dünya Savaşı’ndan da yenik çıkmamız üzerine devlet yıkılmanın, millet yok olmanın eşiğine geldi. Bu safhada Türk milleti, Mustafa Kemal’in önderliğinde teşkilatlanıp büyük bir özveriyle savaşarak diğer toplulukların tarihinde pek rastlanmayan eşsiz bir istiklâl savaşını müteakip eski devletinin enkazı üzerinde kurduğu yepyeni bir siyâsi teşekkül ile tekrar dinamik bir toplum halinde yaşamak azim ve kararında olduğunu ortaya koyacaktır.
Pek çok mazlum millete örnek teşkil edecek olan bu başarıyı sağlayan Mustafa Kemal, Türk milletini mutlak bir yok olma badiresinden kurtarmakla kalmamış, yaptığı inkılâplar ve ortaya koyduğu ilkeler ile aynı zamanda ona çok yakışan bağımsız, hür ve haysiyetli bir hayat ile, yükselme yolunu da açmıştı. Bu yolda “tereddütsüz ilerlemeyi” emreden ve genç kuşaklara çağdaş medeniyet seviyesinin en ön saflarını hedef olarak gösteren Yüce Önder, bu saflarda elde edilecek “ilim ve fen”nin Millî Mücadeleyi zaferle taçlandırıp özgüvenini tekrar kazanmış ve yeniden “güçlü bir millet olma “ yolunda hızla ilerlemeye başlayan halk için bir “hayat ve kuvvet sebebi” olacağına inanmaktaydı. İşte, Türk toplumunun ihtiyaç ve gerçeklerinden hareketle çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmada ona rehber olduğu kadar, o seviyede ne şekilde yerini alacağını da tespit eden bu değerler manzumesine Atatürkçü Düşünce Sistemi denilmektedir.
Atatürkçü Düşünce Sisteminin dayandığı temeller, 1907’den itibaren Mustafa Kemal’in düşüncesinde gelişmeye başlayacak ve O’nun, 19 Mayıs 1919’da mübarek Anadolu toprağına ayak basmasıyla birlikte uygulamaya konulacaktır. Yani, Atatürk’ün düşünceleri bazılarının zannettiği gibi 1919 Mayısının korkunç çaresizlik ortamından doğmamıştır. Ama, bu tarihten sonra olaylar hep aynı istikâmete yöneltilecek, kurmaylıktan gelen bir özelliği olsa gerek Büyük Önder’in ne zaman, nerede ve ne şekilde, neleri uygulayacağını ve kimleri nasıl değerlendireceğini büyük bir başarı ile tespit ve tayin etmesi, icabında ortamı hazır olmayanları zamanı gelinceye kadar bir sır gibi saklaması da başarıyı beraberinde getirecektir. Bu sonuç da, Türk tarihi ve kültürünün ortaya koyduğu değerlere uygundur.
İstanbul’dan ayrılırken “hakimiyet-i milliyeyi müstenid bilâ-kayd ü şart müstakil yeni bir Türk devleti kurmayı” öngören Mustafa Kemal, Samsun’a çıktığında bölgede Rumluk, Ermenilik davası güdenlere karşı meşru müdafaa hakkını kullanan ahalinin “Türklük duygusu etrafında birleşerek, hakimiyet-i müliyeyi amaçladığım” görmüş ve bunu üç gün sonra, 22 Mayıs 1919’da İstanbul hükümetine gönderdiği ilk raporunda önemle belirtmiştir. Bu tespit ile, o dönemde pek de yaygın olmayan hakimiyet-i milliye kavramı özellikle vurgulanmak suretiyle halkın tekrar kendi mukadderatını tayin eden sınıfsız, zümresiz büyük bir aile haline dönüştürülmesi isteği de açığa vurulmaktaydı. Bir başka deyişle verilecek mücadelede büyük bir önemi haiz bulunan millî bütünlüğün irade-i milliye ve tam bağımsızlık anlayışının tabi bir sonucu olarak belirginleşmesi ve bunun gelecekte de, kurulmakta olan devletin varoluş sebebini teşkil etmesi gerektiği ortaya konulmuş oluyordu. Nitekim, bu husus 1922 yılında kurulması düşünülen partiye hazırlık olmak üzere açıklanan siyâsi programda da;
“Hakimiyet milletindir.”
“TBMM’den başka hiç bir makam, milletin geleceğinde etkili olamaz.” “Bütün kanunlarda, teşkilatta, idarede, eğitimde ve iktisatta millî hakimiyet ilkeleri içerisinde hareket olunur.”
Şeklinde ifade edildi. Gerçekten de, “millî devlet” vasfı ile vazgeçilemez nitelikte bir “millî bütünlüğe sahip olma “ hali, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin daha kuruluşundan itibaren en temel özelliklerinden birisi olarak görünmektedir. Aynı zamanda bu husus, ebed-müddet yaşayacak yeni bir devlet kurarken bölük pörçük bir yığın düşüncenin nasıl bir bütünü oluşturan ilkeler haline dönüştürüldüğünü göstermesi bakımından da önemlidir. Bu noktada Atatürkçü Düşünce Sistemi adeta yüzyılların arasından, tarihten süzülüp gelen bir öğütün yerine getirilmesi şeklinde bir öze dönüş hareketi olarak kendisini göstermektedir.
Günümüzde Atatürkçülük veya Kemalizm gibi adlarla da anılan Atatürkçü Düşünce Sisteminin bir ideoloji olup olmadığı pek çok ilim ve fikir adamınca tartışılmış, halen de tartışılmaktadır. Ancak, bu düşünce biçiminin her hangi bir doktrinle ilişkisinin olmadığı Atatürk’ün bizzat Y. Kadri Karaosmanoğlu’na söylediği “eğer bir doktrine bağlanırsak oğlum, inkılâbı dondururuz.” sözleriyle ortaya konmuştur. Buna rağmen, zaman zaman Atatürk ideolojisinden bahsedilmesini, onu faşizm, sosyalizm, marksizm vs. gibi başka ideolojilerle bir arada düşünmek, onlarla bir saymaktan ziyade tesis edilen düzenin adlandırılmasında çekilen zorluğa bağlamak gerekir. Yalnız, Kemalizmi en geniş anlamda bütün ideolojilerin bir sentezi olarak değerlendirip bir toplum için, hatta bütün insanlık için tek hayat yolu olarak anlayanlar, görenler veya görmek isteyenler bu tespitin dışında düşünülmelidir.
Atatürkçü Düşünce Sisteminin Türk toplumu dışında başka milletlere de hizmet verebilecek düzeyde olup olmadığı, bir başka deyişle bu düşünce sisteminin evrensel değerinin bulunup, bulunmadığı sürekli sorulmaktadır. Her ne kadar bu sistem, çeşitli amaç ve çıkarlara bağlı olarak değişik çevrelerce zaman zaman farklı şekillerde yorumlanıp değerlendirilmekte ise de yukarıdaki sorularda gizlenen devrim ihracı veya sömürgecilik gibi bir öğeye sahip olmadığı herkes tarafından kabul edilmektedir. Esasen, bu sorularda sistemin millî karakterini küçümsemek eğilimi belirgin bir şekilde gözlenmektedir.
Atatürkçü Düşünce Sistemi çağdaş düşünce sistemleri içerisinde sömürgeci karaktere sahip olmayan veya sonuçta sömürgeciliği ortaya çıkaracak görüşleri haiz bulunmayan tek düşünce sistemidir. Onun için, bir ideoloji şeklinde vazedilmemiş ve ideolojilerde görülen belirli kalıplar içinde kalma çabasıyla kimi gerçekleri kabul etmekten kaçınma, olumsuz tutum ve girişimlere yönelme, ileride yapılacak atılımları engelleme ve bu yoldaki girişimlere ayak uyduramama gibi tehlikelerden uzaktır. Esasen, Tarihimizin bir sonucu ve Türk inkılâbının fikir gücünün bir devamı olarak, milli, akılcı ve çağdaş bir yolda kendisini devamlı yenileyebilme imkanı ile toplumun değişen ve gelişen ihtiyaçlarına ve Türkiye’nin değişen şartlarına cevap verebilecek bir özelliğe sahiptir. Onun için, bu sistem temelde iki ana esasa dayanır. Bunlar;
“Millet hayatına dayalı bir toplum düzeni kurmak,”
“Çağdaş düşünce ile medeniyete yönelmek, yani müsbet ilimleri yegâne mürşid yol gösterici olarak kabul etmektir.”
Yüce Önder, bu durumu Nutkun son sayfalarında “Efendiler, bu beyanatımla, milli hayatı son bulmuş farz edilen büyük bir milletin istiklâlini nasıl kazandığını ve ilim ve fennin en son esaslarına dayanan milli ve çağdaş bir devletin nasıl kurulduğunu ifadeye çalıştım” sözleriyle ortaya koymaktadır. Ayrıca insan ve toplumu bütünüyle kavrayan ilkelerinden meselâ, “insan ile insanlığa değer vermek” gibi düşünceler onu evrensel bir boyuta taşımakta ve pek çok toplumun örnek aldığı, etkilendiği bir sistem haline getirmektedir. Yalnız, onun evrensel nitelikleri değerlendirilirken bu sistem doğrultusunda tek bir dünya milleti veya devleti meydana getirmenin mümkün olmadığı gözden ırak tutulmamalıdır.
Bu noktada önemle üzerinde durulması gereken bir başka husus da, “Batı”nın Atatürkçü Düşünce Sisteminde bir amaç olarak gösterilmek istenmesidir. Ne var ki bu sistemde “Batı” mutlak biçimde bir hedef olarak seçilmemiştir. Yani, onun temsil ettiği medeniyete ulaşmak için körü körüne bir taklitçilik, millî benlikten uzaklaşma gibi Türk tarihi ve kültürünün, karakterinin bir tarafa bırakılmasını gerektirecek ilkeler bu düşünce sisteminde yer almaz. Esasen, bunu gerçekleştirmek de mümkün değildir ve bu yolda bazı şeyleri denemeye kalkmak bile çok kötü sonuçlar verebilir. Zaten, milliyetçilik ilkesi buna engel olacağı gibi, Mustafa Kemal Atatürk’ün Amerikalı gazeteci Miss. Ring’e söylediği sözler ve özellikle de yapılanların bir öze dönüş olduğunu önemle vurgulaması buna imkân tanımamaktadır. Kaldı ki, gösterilen hedef “Batı” değil, çağdaş medeniyet seviyesidir.
Günümüzdeki bazı uygulamalar, bu arada çağdaşlaşmanın gereği olarak “Batı” dan alınan bir takım değerlerin bazı meseleleri de beraberinde getirdiği bilinmektedir. Bunun haricinde Batı kültürünün temelinde yatan bencillik, hodbinlik, maddecilik vs. gibi bir kısım öğelerin Türk kültür değerleriyle çatışması da bu meseleleri artırmaktadır. Burada dikkati çeken husus bazı çevrelerce batıdan alınan değerlerin veya bizzat batının abartılmasıdır. Bu durumun kendi öz benliğimize yabancılaşmayı beraberinde getireceği açıktır. Şu ana kadar özellikle aydınlarımızda başlayan yozlaşmanın yenileşmeyi ve gelişmeyi olumsuz yönde etkilediği bir gerçektir. Tabii bu noktada batının istismarcı tavrı ve bunu sürdürmekteki ısrarım da göz ardı etmemek gerekir. Onun için Atatürkçü Düşünce Sistemini körü körüne bir yerlere bağlanma veya birilerini taklit etmek olarak gören insanlar, ya bu sisteme inanmamaktadır, ya da onu gerçek yönleriyle anlayamamıştır. Her iki halde de Atatürk’ü istismar ettikleri ortadadır. Bunun mutlaka önlenmesi gerekir. Bir başka deyişle Atatürk’ün batıcı değil, çağdaş medeniyetçi olduğu mutlaka hafızalara kazınmalıdır. Çağdaş medeniyet bugün Batıdadır, yarın bir başka yerde etkin hale gelir, o zaman oradan istifade edilir.
Atatürkçü Düşünce Sistemi, Türk toplumunun geleneklerine uygun yaşama kuralları olarak bu toplumun ihtiyaçlarından doğmuş ilkeler bütünü olduğu kadar, yine ona has bir temel düzenin de ifadesi olup milli, demokratik ve akılcı bir hüviyete sahiptir. Onun için, bu sistemi meydana getiren esasların yorumlanmasında tarihi olaylar, kültür ve medeniyetimiz ile toplumumuzun karakteri göz önünde bulundurulmalıdır. Esasen Atatürk de, düşüncelerinin temelini “Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız vatan, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir” sözleriyle ortaya koymaktadır. Bu tespit tarihî gerçeklere tamamen uygundur ve Atatürk’ün hayatı ile yaptıklarını en iyi şekilde öğrenebilmek için daima göz önünde bulundurulması gereken hususlardandır. Dolayısıyla, Atatürk’ün zihninde yer alan düşüncelerin zamanla, çalışma tecrübe, danışma ve mücadelelerle olgunlaşıp, yeri ve zamanı çok iyi ayarlandıktan sonra uygulamaya konulup başarılmasından sonra bir sistem olarak 10 Mayıs 1931’de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın üçüncü büyük kurultayında ana çizgileriyle tespit edilmiş ve kamuoyuna açıklanmıştır.
Türk milletini yüceltmeyi, Türkiye Cumhuriyetini sonsuza kadar yaşatmayı amaçlayan bir temel düzenin programı şeklinde açıklanan metin bir girişle sekiz bölümden meydana gelmişti. Girişte, bu metnin herhangi bir gün masa başına geçilerek kaleme alını vermiş olmadığı, uzun yıllar boyu denenen ilkelerin, yalnız birkaç yıl değil, geleceğe de hakim olacak şekilde düzenlenmiş ve ana çizgileriyle belirlenmiş olduğu açıklanmaktaydı. Bu programın ikinci bölümünde aşağıdaki inceleyeceğimiz temel siyasi ilkeler ele alınıp değerlendirilmiş ve cumhuriyet kuşakları için inanılması, öğrenilmesi gereken önemli ilkeler olarak takdim edilmiştir. Daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1935’de toplanan 4. büyük kurultayında da benimsenip aynen kabul edilen bu temel ilkeler 1924 anayasasında 5 Şubat 1937 tarihinde yapılan değişikliklerle, anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti Devletinin nitelikleri olarak, “Türkiye Devleti, Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Lâik, Devletçi ve inkılâpçıdır” şeklinde yer almıştır. Baştan beri genel mahiyetleri itibariyle değerlendirilmeye çalışılan bu ilkeler;
Cumhuriyetçilik: halkın; hakimiyeti doğrudan doğruya veya seçtiği temsilciler aracılığı ile kullandığı bir devlet şeklidir. Bu tariften hakimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğu, yani millet iradesinin devlet idaresinde hakim olduğu bir idare şekli anlaşılır. Atatürk bu durumu, “Bugünkü hükümetimiz doğrudan doğruya milletin, kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet teşkilatı ve hükümetidir ki, onun adı cumhuriyettir.” sözleriyle açıklamaktadır. Burada, devletin demokratik prensipleri uygulaması yani, hiç bir kayıt ve şarta tâbi olmadan milletin belirli bir yaşa gelmiş bütün fertlerinin yöneticilerini kendi içerisinden seçmesi esastır. Seçim unsuru, cumhuriyet idarelerinin totaliter, oligarşik, demokratik vs. gibi niteliğini belirleyen yegane ölçüdür. O sebeple iktidarın kaynağı cumhuriyet idarelerinde çok önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti için bu hususu Atatürk, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Hakimiyeti milletin uhdesinde toplamak demek onun bir zerresini bile ismi ve sınıfı ne olursa olsun hiç bir şahsa ve makama verdirmemek demektir” şeklindeki sözleriyle açıklamaktadır. Burada idarenin temel dayanağı bütün olarak Türk milletinin kendisidir.
Atatürk’ün çağdaş düşünce ve medeniyete yönelme arzusuyla çağımızın denenmiş ve en sağlam yönetim şeklini benimseyip, bunu gelecek kuşaklara da bir ilke şeklinde emanet etmesinin sebebi, tarihi gelişimi içinde Türk’e en yakışır idare biçimi olarak gördüğü ve Türk inkılâbının ana unsuru saydığı cumhuriyeti yeni Türk Devletinin temeli kabul edip, inkılâp değerlerim de temsil eden bir devlet ve hükümet şekli olarak telakki etmesinden ileri gelmektedir. Ayrıca, cumhuriyet kavramı Türk tarihinin gelişimi içerisinde ele alındığında da ilginç değerlere ulaşılmaktadır. Atatürk, Türk Cumhuriyetinin “temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü” dür derken bu değerlere işaret etmektedir. Sonuçta bu ilke, 1924’ten itibaren devletimizin anayasalarında değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen bir idare şekli olarak yer almıştır.
Milliyetçilik ; Millet hayatı ile birlikte tabii bir duygu olarak ortaya çıkan bu kavram sosyolojik manada, kişinin milletine sevgi ve saygı isteği ile bağlanması ve o milleti meydana getiren değerlerin yaşatılıp geliştirilerek devamlılığının sağlanmasını ifade eder. Genellikle siyasî bir akım şeklinde Fransız inkılâbından sonra ortaya çıktığı kabul edilen milliyetçilik, bir bakıma “kişi hürriyeti kavramının” milletlere tatbik edilmesidir. Yani, nasıl ki bir insanın, insan olarak bir takım temel hak ve hürriyetlere malik olması gerekiyorsa, bir milletin de bir bütün olarak hürriyet, hakimiyet vs. gibi bazı temel haklara sahip olması lazımdır.
Milliyetçilik hareketleri ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru büyük başarılar kazandıkları gibi günümüzde de devam etmekte ve çağımıza tam bir milletler mücadelesi asrı hüviyetini kazandırmaktadır. Ancak, bu mücadelelerin bazılarında sebepler şu veya bu şekilde değişikliklere uğrarken mücadelenin şekli de başka sahalara kaydırılmıştır. Meselâ, savaş yerini kültür üstünlüğüne bırakmış, siyasî hak ve hürriyet istekleri yerini gelişmiş devletlerin ekonomik baskılarına karşı direnme ve mücadele etme arzusuna terk etmiştir. Bunları çoğaltmak mümkündür. Ayrıca toplumlarda milliyetçilik, ham duygu, sömürgeci veya yüce değerlere dayalı şuurlu bir devlet politikası şeklinde kendisini gösterir. Onun için bazen milliyetçiliğin, toplulukta moral gücünü artırmak, fertleri iyiye, güzele, doğruya yönelterek kültürlerin işlenmesi ve zenginleşmesini sağlamak yoluyla millî, ayrı ayrı milletleri bu insanî hislerle terbiye ederek dünya medeniyetini yükseltmek yoluyla da beşerî fonksiyonlarının yerine getirilmesi mümkün olamamaktadır. Esasen, bazı milletlerin kendi millî gayelerini gerçekleştirmek için takındıkları tahripkâr ve söven tutum, yani milliyetçilik fikrine saldırgan bir vasıf kazandırması, bu asil duygunun bazı topluluklarda kin ve nefret temeline dayanmasına sebep olmaktadır. Bu hal de milliyetçilik duygusunun her millette normal şekilde tezahür etmediğini gösterir.
Milliyetçilik mevzuunda, tarih boyunca hür ve müstakil yaşamış bir millet sıfatıyla Türklerin böyle meseleleri, kompleksleri olmamıştır. Türk milleti fırsatçılığa, istismara iltifat etmediği gibi binlerce yıllık mazisinin türlü hadiseleri içinde yoğrula yoğrula gerçek millet kıvamına erdiği için, milliyetçilik fikirleri de bu tarihî oluşa uygun, sağlam karakterli ve hakim bir milletin maneviyatından süzülüp gelen bir niteliğe sahip, yani hakka saygılı, insaniyet sever bir hüviyette kendisini göstermiştir. Esasen, gerek sosyolojik açıdan, gerekse siyasi açıdan tarihte ilk defa Büyük Hun İmparatoru Çi-çi Kağan’ın (öl.M.Ö.36) nutkunda yer aldığı şekilde Türklerde görülen milliyetçilik hadisesi o dönemde nasıl zuhur etmişse daha sonra da öyle devam etmiştir. Aksi halde, bugünkü Balkan devletlerinin varlığını izah etmek mümkün olmadığı gibi, başta Rus ve Alman milletlerinden de bahsedilemezdi.
Milliyetçilik ilkesini tam manasıyla değerlendirebilmek için millet, halk, ulus, kavim, ırk, soy ümmet vs. gibi kavramların doğru bir şekilde ve tarihî gelişimlerine uygun bir şekilde anlamak gerekir. Meselâ, Atatürk’ün Millî Mücadelenin başından beri milletçe girişilen önemli hareketleri, “Millî istiklâl, millî irade, millî kongre, millî hakimiyet, millî kuvvetler, millî hareketler, millî marş, millî birlik, millî meclis, millî mücadele, millî müdafaa... vs.” şeklinde hep “millî” kelimesiyle milliyetçilik kavramanın bütün manalarım da içine alacak biçimde adlandırması millet kavramının tarihî gelişimi ile ilgilidir. Dolayısıyla Atatürk’ün milliyetçilik anlayışını izah ederken onun Türk’e uygun millet tarifini göz önünde bulundurmak zarureti vardır.
Atatürk milliyetçiliği, Türk topluluğunu, Türkçe, Türk kültürü ve Türklük ülküsü etrafında birleştirip siyasi ve sosyal bir bütün haline getirmek şeklinde anlamaktadır. Dilin, yani Türkçe’nin eski Türk devletlerinde önemli bir yeri vardır. Atatürk de dile büyük önem vermekte ve Türk dilini “Türk milliyeti için mukaddes bir hazine saydığı” gibi “Türk milletinin kalbi ve zihni olarak da değerlendirmektedir.” O sebeple “kesin olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin millî dili ve millî benliği bütün hayatında hakim ve esas kalacaktır”.
“Bizim milliyetçiliğimizin esası dil birliğinin korunması ile mümkün olacaktır” diyen Atatürk, “Türk milletinin dili Türkçe’dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay dildir.” demekten kendisini alamamıştır.
Atatürk’ün üzerinde durduğu ikinci husus Türk Kültürüdür. Türk kültürü; Türklük duygusunu kuvvetlendirmek, Türklük sevgisi ve idealleri etrafında milleti birleştirebilmek için gayet iyi bilinip öğretilmesi gereken bir husus, aynı zamanda cumhuriyetimizin de devamı olarak vazedilmiştir. “Cumhuriyetin dayanağı Türk toplumu (camiası) dur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk Kültürü ile meşbu olursa o topluma dayanan cumhuriyet de o kadar güçlü olur.” “Türk milletinin iradesinde ve korunmasında millî birlik, millî duygu, millî kültür en yüksekte göz diktiğimiz ideallerdendir” derken kastedilen hususlar bunlardır. Türk kültürünün kazandırılmasında tarih ilminin önemli bir yeri olduğunu gören ve doğrudan doğruya tarihten yararlanan bir devlet adamı olarak Atatürk, Türk milletinin uzun geçmişinin gelecek kuşaklar için büyük ölçüde ilham kaynağı olacağına inanmıştı. Onun için millî duyguların tarihten besleneceğini belirterek tarihçiliği adeta milliyetçilik prensibinin temeli olarak göstermiştir.
Atatürk’ün üzerinde durduğu üçüncü husus ise, mefkure, yani ülkü birliğidir ki, bu birlikle kast edilen husus Türk milletini tanıyıp, onun değerlerini bilme, onunla gurur duyup, onun varlığını ve sahip olduğu değerleri daha da yüceltip, gelecek nesillere aktarmaktır. Türklük duygusu, Türklük ülküsü olarak belirlediğimiz bu husus yine en güzel şekilde Atatürk’ün sözlerinde ifadesini bulmuştur. Esasen Atatürk, Türklüğü ile iftihar eden ve milletinin varlığındaki asil cevhere inanan birisiydi ve başarısında bu inancın payı pek büyüktü. O, daha Samsun’a çıktıktan üç gün sonra yazdığı raporda, “millet birlik olup, hakimiyet esasını ve Türklük duygusunu hedef tutmuştur” derken Türk milliyetçiliğini Millî Mücadelenin temeli yapmaktaydı.
Atatürk’e göre, Türklük duygusu aynı zamanda Osmanlı devletini mahveden ideolojiye tepkidir ve gerçekçi bir yaklaşımın tezahürüdür. “Biz Türküz, tam manasıyla Türküz. İşte o kadar. Bize iyi Müslüman olmak kâfidir. Asya için ve Avrupa için bizim kanunumuz aynıdır. Dostlara sahip bulunmak, istiklâl-i tanımımızı muhafaza etmek, her şeyi Türk cephesinden mütalâa etmek. Bu realist bir görüştür. Osmanlı imparatorlusunu mahveden ideolojiye tepkidir.” sözleriyle aynı zamanda cumhuriyetin ilânından önce. bilhassa Osmanlı devletinin son zamanlarında milliyetçiliğe önem verilmediğine de işaret eder. Milliyetimizden tegafül edişimizin, kendimizi unut-makliğımızın cezasını zayıf düştüğümüz zamanlarda çok ağır bir şekilde ödediğimizi belirtir. Günümüzde dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, “evvela bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün ef’al ve harekatımızla göstermemiz gerektiğine işaretle, Bilelim ki millî benliği bulamayan milletler başka milletlerin şikarıdır sözleriyle millet olarak haysiyetli bir şekilde yaşamanın yolunu göstermektedir.
Atatürk’te milliyetçilik için Türklük esastır. Bunu; “Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir.” “Benim yaratılışımda fevkalâde olan bir şey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir.” “Türk çetin işler başarmak için yaratılmıştır.” “Türk Öğün, Çalış, Güven” vs. gibi pek çok sözüyle ortaya koymuştur. Bundan da anlaşılacağı gibi Atatürk, Türk milletine büyük bir güven saygı ve sevgi duymaktadır. Bu noktada onun Türk’ten, Türk milletinden ne anladığını ortaya koymak gerekir.
“Türk eli büyüktür ve yer yüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türk’tür ve her yeri aydınlatan Türk’ün yüzüdür.”
“Diyarbekir’li, Van’lı, Erzurum’lu, Trabzon’lu, İstanbul’lu, Trakya’lı ve Makedonya’lı hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damadandır.
Bu damarlar birbirini tanısın. Bu dediğim şey olduğu zaman başka bir alem görülecek ve bu alem dünyaya hayret verecektir. Türk’ün varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacak. Güneş ne demek, ufuk ne demek o zaman görülecek” diyen Atatürk, ayrıca, “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” sözleriyle Türkiye halkı tabirini “Türkiye halkı irken, dinen ve harsen müttehit, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ve fedakarlık hissiyatıyla meşhun ve mukadderat ve menafii müşterek olan bir heyet-i ictimaiyedir” şeklinde açıklamaktadır. Dolayısıyla, bugün bazılarının ısrarla kullandığı “Türkiye halkları” tabiri gerçeklerden uzak, kasıtlı ve Türkiye Cumhuriyetini bölüp parçalama dileğinin bir ifadesi olarak görülmelidir.
Atatürk, daima Türk milletinin canı, kanı pahasına kazanılmış, Misak-ı Millî ile çizilen sınırlar içerisindeki Türk yurdu Türkiye’yi ve onun üzerinde yaşayan milleti esas almaktadır. Ancak bu tavrıyla dış Türklerin varlığını inkâr etmiş değildir. Bir çok sözünde onlara da işaret ettiği gibi kendi döneminde, dış Türklerin meseleleriyle yakından ilgilenmiştir. O’nun “siyâsî varlığımızın haricinde başka ellerde, başka siyasî zümrelerle, isteyerek veya istemeyerek kader birliği etmiş, bizimle dil, ırk, köken birliğine ve hatta yakın uzak tarih ve ahlâk yakınlığı görülen Türk cemaatleri vardır” sözleri bunu işaret eder. Atatürk’ün insanî duygulardan hareketle bu konudaki tek hedefi, bilhassa kaybedilen topraklarda yaşayan Türklere adil ve dürüst davranılmasını temin etmekten ibarettir.
Halkçılık: Atatürk’ün milliyetçilik ve cumhuriyetçilik ilkelerinin tabiî sonucudur. Esasen, cumhuriyetimizin nitelikleri onun halkçı yönünü de ortaya koyar. Zira bu ilkenin düşünce gücü modern demokrasilere esas olan “millî hakimiyet, millet hakimiyeti” şuuruna dayanmaktadır. Dolayısıyla da halkçılık ilkesi, Atatürk’ün yaptığı millet tanımı ve onu izleyen millî benlik şuuru ile sıkı sıkıya bağlı olduğu kadar, onun demokrasi anlayışının da temelini oluşturmaktadır.
Osmanlı devletinin yıkılmaya yüz tuttuğu dönemlerde aydınlarımız ahaliye yabancılaşmış, halk bilgisiz bir sürü şeklinde düşünülürken adına kaba-saba, dağlı, taşralı vs. gibi alçaltıcı manâlar izafe edilmiştir. İdarenin de belirli bir zümrenin elinde olması bu durumun devamını sağlamıştır. Bu aydınların aynı zamanda hürriyet, eşitlik, adalet vs. gibi mefhumların da yegane savunucuları konumunda bulunması dikkat çekicidir. Atatürk’ü, bunlardan ayıran husus, onun kim için, ne için istendiği beli olmayan mefhumlar peşinden koşmamış olmasıdır. O, Türk töresinin millet hayatına mal ettiği eşitlikten hareketle “şuna emin olabilirsiniz ki, dünya üzerinde yaşamış ve yaşayan milletler arasında ruhen demokrat doğan yegane millet Türklerdir. Eskiden beri cemiyetimizde birinden diğerine geçilmez bir sınıf asaleti ve zihniyeti asla mevzu-u bahis olmamıştır” sözleriyle milletinin özelliklerini gayet iyi tespit etmekte ve yine tekrar onun hayatına mal ederek uygulamaya sokmaktadır.
Köy, şehir, ev halkı gibi belirli bir unsura, daha çok mekân unsuruna bağlı topluluklar ile belirli bir zamanda bir ülkede oturan ve o ülkeyi vatan bilen, kaderini o ülkeye bağlamış insan topluluğunu veya millet seviyesine ulaşamamış, ancak devletini kurmuş, geçmişteki bir kısım toplumlar ile zaman zaman belirli bir milletin herhangi bir bölümünü ifade eden halk kavramı Atatürk’ün ifadelerinde millet kavramına çok yakın bir şekilde, bazen de onun yerine kullanılmıştır.
Atatürk, halkçılık uygulamasını daha millî mücadelenin başında yürürlüğe sokmuş ve 1920’de başka milletlerdeki benzer uygulamalar ile farkını da, “Bizim nokta-i nazarlarımız, bizim prensiplerimiz cümlece malûmdur ki, bolşevik prensipleri değildir ve bolşevik prensiplerini milletimize kabul ettirmek için de şimdiye kadar hiç düşünmedik ve teşebbüste bulunmadık. Bizim itikadımıza göre, milletimizin temin-i hayat ve tealisi kendi kabiliyet-i hazmiyesiyle mütenasip olan nokta-i nazarlardır. Fakat esas itibariyle tedkik olunursa bizim nokta-i nazarlarımız ki halkçılıktır. Kuvvetin, kudretin, hakimiyetin, idarenin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurmasıdır” sözleriyle ortaya koymuştur. Yine O, Büyük Millet Meclisinin açılışının halkın genel isteği ve temayüllerine dayandığını “Bugünkü mevcudiyetimizin mahiyet-i asliyesi, milletin temayülat-ı umumiyesini isbat etmiştir, o da halkçılıktır, halk hükümetidir” sözleriyle ifade etmektedir.
1920 anayasasında da yer alan halkçılık ilkesi, “siyaset-i dahiliyemizde şiarımız” ve “milleti bizzat kendi mukadderatına hakim kılmak” şeklinde tarif edilmiştir. Bu tarif, halkçılığın, halkın bizzat halk tarafından halk için idaresinin ifadesidir. Bu idare Atatürk’ün sözleri ve uygulamalarından anlaşıldığına göre millet menfaatlerine en iyi cevap verebilen ve milletin katkısıyla hizmet gören hükümettir. O sebeple halkçılık ilkesi Atatürk’ün demokrasi görüşlerinin de ifadesidir. Onun, “Bizim şekl-i hükümetimiz tam bir demokrat hükümettir ve lisanımızda bu hükümet halk hükümeti diye anılır” şeklindeki sözleri bunu ortaya koyarken, demokrasi veya halkçılığın bir başka tarifini ve buna niçin lüzum duyduğunu da, “Demokrasi esasına müstenid hükümetlerde, hakimiyet halka, halkın ekseriyetine aittir. Demokrasi prensibi hakimiyetin milletde olduğunu, başka yerde olamayacağını iltizam eder. Bu suretle, demokrasi prensibi siyasî kuvvetin, hakimiyetin menşeine ve meşruiyetine temas eder. Biz memleket halkı efrat ve muhtelif zümre mensuplarının yek diğerine yardımlarını aynı kıymet ve mahiyette görürüz. Hepsinin menfaatlerinin aynı derecede ve aynı musavatperverlik hissiyle teminine çalışmak isteriz. Bu tarzın, milletin umumi refahı, devlet bünyesinin tarsini için daha muvafık olduğu kanaatindeyiz” sözleriyle açıklar.
Bütün bu ifadelerden anlaşıldığına göre, Halkçılık ilkesi: Türk toplumu içerisinde imtiyazlı bir sınıf yaratmamak, tanımamak, fertleri birbirine karşı saygılı, eşit haklara sahip dinamik bir kitle halinde bulundurmak, böylelikle de Türk milletini “imtiyazsız-sınıfsız kaynaşmış bir kitle” haline getirmek amacına yöneliktir. Bu ilke doğrultusunda halk herkes demek olup, bütün vatandaşların dil, din, meslek, renk ve cinsiyet ayırımı gözetmeksizin aynı haklara malik olması ve kanunlar önünde eşit muamele görmesi esastır. Dolayısıyla halkçılık ilkesiyle, sınıf mücadeleleri yerine, sosyal adalet ve sosyal nizam, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma kabul edilmekte, bir sınıf ahlakı yaratmak yerine, millî ahlak esas alınarak daima halka gitmek ve onu yükseltmek amaçlanmaktadır.
Lâiklik; Türk inkılâbında kademe kademe gerçekleştiren ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletini medenî bir devlet niteliğine kavuşturabilmek için ortaya konulmuş bir ilkedir. Bilindiği gibi laiklik, Batı dünyasında kilise-derebeyler-krallık üçlüsünün yönetiminden, yani ortaçağ karanlığından imparatorlukların parçalanması ve mutlak monarşilerin kurulduğu bir ara rejim ile aydınlanmanın getirdiği fikirler üzerinde, 1789 Fransız inkılâbından sonra kilise ve ruhban sınıfının halk üzerindeki baskısı kırılarak gerçekleştirilmişti. İslâmiyet’te, böyle bir sınıf olmadığı gibi dinde de zorlama yoktur. İslâm öncesi Türk devletlerindeki din anlayışı ve uygulayışı da farklıdır.
Osmanlı devletinin son zamanlarında, bilhassa dini kendi çıkarlarına alet eden hatta onu, Atatürk ve arkadaşlarını imha etmek için politik ve Dürrizâde Abdullah Fetvası, Hilâfet ordusu vs. gibi daha çok düşmana yarayacak bir şekilde taktik olarak kullanmak isteyenler çıkmıştı. Bunun üzerine dinin siyasî gayelerle kullanılmasını önlemek için 29 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisinin çıkarttığı hıyanet-i vataniye kanunu daha sonraki laiklik uygulamasının da başlangıcını teşkil edecektir. Ancak Türk toplumunda laik düşüncenin temeli onun tarihinin çok eski zamanlarına kadar uzanmaktadır. Bu durumu ortaya koyup, bahse konu kelimenin izahını yaptıktan sonra Atatürk’ün laiklik ilkesini incelemeye geçmek daha uygun olur.
İslâm öncesi Türk devletlerinden Hunlar ve Göktürklerde devletin bir dini olması ve hükümdarın da aynı zamanda en büyük dini lider olmasına rağmen, devlet içerisinde yer alan Soğd, Çinli, Alan kavimleri, Moğollar vs. gibi diğer topluluklara ait başka dinlerin hiç bir çekişmeye mahal vermeyecek şekilde varlıklarını sürdürdüğü ve günümüze kadar ulaşan tesisler bıraktıkları bilinmektedir. Bu durum Türklerin İslâmiyeti kabul etmesinden sonra da devam etmiştir. Bengütaşlarda geçtiği şekilde, “Yukarıda gök, aşağıda yağız yer yaratıldıkta ikisi arasında kişi oğlu kılınmış kişi oğlunun üzerine atalarım Bumin ve İstemi Kağanlar tahta oturmuş “ sözlerinden anlaşıldığına göre gök, yer ve insandan oluşan kâinatta insan cinsi bir olup soy, dil, din ayrılığı söz konusu değildir. Bu halde kağan olan kişinin de böyle ayrımlar yapmaya yetkisi yoktur ve hepsini töre gereği eşit idare etmekle mükelleftir. Bu hal Türk milliyetçiliği ve halkçılığının da temelini oluşturacaktır.
Osmanlılarda devlet ile din mümkün mertebe birbirine yardımcı olmuş, birinin diğerine müdahalesi düşünülmemiştir. Bu devletin teokratik bir devlet olarak gösterilmesi yanlıştır. Osmanlı’da örfi hukukun ve laik müesseselerin şeklen dahi olsa şer’îleşmek lüzumunu duymadan hükmettikleri saha bir çoklarının zannettiğinden çok daha geniş idi. Fatih ve Kanunî’nin yaptığı hukuki düzenlemeler ile aynı zamanda en büyük dinî lider olan hükümdarın gerek görüldüğü takdirde bir memur mesabesinde olan şeyhülislâm veya ulemadan fetva alması bunun delilidir. Ama, bu alan zamanla, bilhassa onsekizinci yüzyıldan sonra şer’î hukuk lehine daralmıştır.
Devletin çöküş sürecine girmesiyle, bilhassa isyan ve kargaşaların arttığı dönemlerde ilmiye sınıfının, bu arada şeyhülislâmın devlet idaresi üzerindeki tesiri açık bir şekilde artmaya başladı. Bir yerde bu durum, medrese mensuplarının öğrenmeyi ve ilmi bir kenara bırakarak günlük idari ve siyâsî hayatın içine girmesi, böylelikle de kısa zamanda cehaletin hakim olmasından kaynaklanmakta idi. Öyle ki, bu dönemde müspet ilimler medreselerden kovulmuş ve Osmanlı devleti en çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde ilimden ve buna bağlı gelişmelerden mahrum kalmıştır. Bunu takip eden dönemlerde güçlü idarecilerin başa geçememiş olması veya yapılmak istenilen yeniliklerin önlenmesi yahut da etkisiz bırakılması yozlaşmayı sürekli hale getirmiştir. Neticede, Millî Mücadele sırasında ilmiye sınıfına mensup bir kısım yetkilinin Türk İstiklâl hareketini engelleme çabaları ile adeta düşman beşinci kolu gibi çalışmaları hatta, Yunan ordusunu hilâfet ordusu olarak ilan etmek serkeşliğinde bulunmaları ve bütün bu faaliyetlerinde tek silah olarak dini kullanmaları din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını gerektirmiştir.
Atatürk, diğerlerinde olduğu gibi din ile devlet işlerini birbirinden ayırırken de Türk tarihinin akışını göz önüne alarak meseleyi hal etmiştir. Dolayısıyla önce lâiklik ilkesiyle bağdaşmayacak, uygulamada bu anlayışa engel olabilecek müesseselerin ortadan kaldırılmasına yönelmiştir. Onun bu faaliyetleri aynı zamanda çağdaşlaşmanın bir başka deyişle Türk inkılâbında kastedilen asrileşmenin bir gereği şeklinde tezahür edecek ve laiklik ilkesi yeni devletin temel öğelerinden birisi olarak anayasada yerini alacaktır.
Atatürk’ün lâiklik anlayışına geçmeden önce bu kelime üzerinde biraz durmak gerekmektedir. Lâik kelimesi, Yunanca laikos, Lâtince /aicus kelimelerinden türeyen Fransızca laic, laigue kelimesinden gelmektedir. Türkiye’de ilk defa Atatürk’le birlikte kullanılmaya başlanmış bir kelime değildir. Aynı kelime meşrutiyet yıllarında kullanılmış ve dilimize “ruhanî olmayan kimse, dinî olmayan şey, fikir, kurum, la dinî” anlamlarında geçmiştir. Ancak bu ifadeler kelimenin sadece sözlük anlamlarını ortaya koymaktadır. Türk inkılâbında ifade ettiği mana tamamen “dünya işlerini din işlerinden, dinî otoriteden ayrı olarak ele almaktır.”
Atatürk’ün anlayışında lâiklik, dinin fertlerin vicdanına bırakılması, devletin vicdan hürriyetinin gerçekleşmesinde tarafsız kalması, buna karşılık da siyâsî işlerin devlet tarafından, din etkisi olmadan yürütülmesidir. Bir başka deyişle lâiklik, devletin Allah ile kul arasından çekilmesi, dinin de devlet işlerine karışmaması yani akıl ile imanın yetki alanlarının birbirlerinden ayrılmasıdır. Bu cümleden olarak lâik idarelerde devletin vicdanlara karışma, onlara baskı yapma yoktur. Herkesin inanç ve düşünce tarzına, ibadetlerine saygı gösterilir ve vatandaşın dini inanışında ve ibadetinde hür olduğu kabul edilir. Atatürk bu durumu, “her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasal bir düşünceye sahip olmak, mensup olduğu bir dinin gereklerini yapmak ve yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin düşüncesine ve vicdanına hakim olunamaz” sözleriyle gayet güzel açıklamaktadır. Ancak, vatandaşın hareketlerinin de devlet nizamını bozacak nitelikte olmaması esastır.
Geniş bir din bilgisine sahip, aynı zamanda İslâm dininin esaslarına ve inceliklerine de vakıf olduğunu bildiğimiz Atatürk, “Türk milleti daha dindar olmalıdır. Yani, bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum. İslam akla mantığa aykırı, ilerlemeye engel hiç bir şey ihtiva etmiyor...” “Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ancak bundan dolayıdır ki en son din olmuştur.” “Hangi şey ki akla, mantığa ve toplumun yararına uygundur, biliniz ki o bizim dinimize de uygundur” sözleriyle İslâm anlayışında gerici ve tutuculuğa yer olmadığını en güzel şekilde ortaya koymaktadır. Aslında İslam dini ve faziletleri hakkında Atatürk’ün daha pek çok sözü vardır ki, bunların hepsini burada vermek mümkün değildir. Ayrıca onun bu düşünceleri hareketleriyle de tam bir uyum içindedir. Ancak bazı çevreler, cumhuriyetin ilanından ve laikliğin kabulünden sonra Atatürk’ün İslâmiyete karşı alâkasının azaldığını iddia ederken bazıları da, Atatürk’ün lâiklik ile “Türk-İslâm için çağdaş anlamda bir dinsel düşünce biçimini gerçekleştirmeyi amaçladığım” ileri sürmektedirler ki, her iki görüşe de katılmak mümkün değildir.
Atatürk’ü yanlış değerlendirenler ile onu dine karşıymış gibi gösterenlerin dayandığı nokta, onun Türk toplumunu çağdaş medenîyet seviyesine çıkarmak için verdiği mücadelede daha çok din ve dinî müesseseler ile uğraştığını varsaymalarıdır. Gerçekte Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti için İslâm medeniyeti ile İslâm dininin farklı şeyler olduğunu bilmektedir. O sebeple, “Osmanlı devletinin inkırazından sonra bir Türkiye Devleti teşekkül etmiştir. Bu devlet müstakil ve Müslüman’dır” derken, Osmanlı devletinin çöküş sebebi olarak İslamlığı görmediği gibi, “düşmanlarımız bizi dinin taht-ı tesirinde kalmış olmakla itham ve tevakkuf ve inhitatımızı buna atfediyorlar, bu hatadır” sözleriyle bu tür düşünceleri düşmanlarınızın yaydığına ve onların da bir hata içinde olduklarına işaret etmektedir.
Atatürk’ün şiddetle karşı çıktığı şeylerden birisi İslâm’ın yüce ruhunu anlamayan veya anlamak imkanı bulamadan din görevlisi pozisyonunu kazanmış cahil kişilerin din adına gerçekleştirdiği faaliyetlerdir. “Bizi yanlış yola sevk eden habisler bilirsiniz ki çoğunlukla din perdesine bürünmüşler saf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aidata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz. Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırdılar. Halbuki elhamdülillah hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız” sözleriyle ortaya koyduğu ve tavırlarını küfür ve melanet olarak değerlendirdiği bir kısım insanlar bir kaç asırdan beri, hiç de hakları olmadığı halde İslâm’ın temsilciliğini yapmaya kalkışmış ehliyetsiz ve yetersiz birer dinî lider konumundaydı.
Günümüzde dini eğitimi, hele bu eğitimi devletin yaptırmasıyla sadece İslam dininin ibadet ile hizmetlerinin devlet eliyle yürütülmesini laikliğe aykırı görenler vardır. Gerçekte bir çok laik devlette, devlet din işlerine karışmadığı gibi, din eğitimine de karışmaz. Bütün din işlerini devletten ayrı olarak kurulmuş cemiyetler yürütür. Her devlet, laiklik anlayışının icabı olarak din eğitimini kendi şartlarına göre düzenler. Nitekim Avrupa’da pek çok laik ülkede din dersleri devlet okullarında ve kilisenin iş birliği ile verilmektedir. Üstelik, bizim gibi dinî cemiyetlerin yasaklandığı topluluklarda böyle bir boşluğun devlet tarafından doldurulması da gayet tabiidir. Böylelikle dinin, ehliyetsiz kimselerin ellerinde devlete zararlı bir hale gelmesi de önlenmiş olur.
Lâiklikle ilgili olarak çok tartışılan bir başka husus da örtünme meselesidir. Atatürk bu konuda “dinimizin tavsiye ettiği tesettür hem hayata hem fazilete uygundur. Kadınlarımız şeriatın tavsiyesi, dinin emri mucibince tesettür etselerdi ne o kadar kapanacaklar ne o kadar açılacaklardı. Tesettür-ü şer’i kadınlar için mucib-i müşkilât olmayacak, kadınların hayat-ı içtimaiye de, hayat-ı iktisadiye de, hayat-ı maişette ve hayat-ı ilimde erkeklerle teşrik-i faaliyet etmesine mani bulunmayacak bir şekl-i basittedir. Bu şekl-i basit heyet-i içtimaiyemizin ahlâk ve adabına mugayir değildir.” “eğer kadınlarımız şer’in tavsiye, dinin emrettiği bir kıyafetle, faziletin icap ettirdiği tavr-ı hareketle içimizde bulunur, milletin ilim, sanat hareketlerine iştirak ederse, bu hali emin olduğunuz milletin en mutaassıbı dahi takdirden men-i nefs edemez” demektedir.
Her şeye rağmen ülkemizde zarureti, millete yeterince anlatılamadığı için üzerinde en çok konuşulan ve tartışılan konulardan birisi hiç şüphesiz laikliktir. Atatürk’ün diğer ilkelerinde kısmen görülen bir husus, yani bu ilkeleri herkesin kendi işine geldiği, emellerine uygun olduğu şekilde anlamaya çalışması bilhassa lâiklik ilkesinde daha belirgin bir hal almaktadır. Çoğunluğu kasıtlı olan bu tür zihniyet sahiplerini, her ne sebeple olursa olsun dine karşı olanlar ve kutsal din duygularından menfaat temin edenler şeklinde iki grupta toplamak mümkündür. Her iki gurubun birleştiği nokta, daha Atatürk’ün çok önceleri “lâik hükümet tabirinden dinsizlik manasını çıkarmaya yeltenen fesatçılara fırsat vermemek lazımdır”‘sözleriyle işaret ettiği husustur. Maalesef, lâikliği dinsizlik olarak değerlendiren fesat erbabı günümüzde de etkili olabilmektedir.
Atatürk’ün lâiklikten ve dinden anladığı açıktır. O, bu konudaki tavrını hem davranışları, hem de sözleriyle gayet güzel bir şekilde ortaya koymuştur. Onun “din ve vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir” şeklindeki lâiklik tarifi ile “Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünmeye muhalif değiliz- Biz sadece din işlerini devlet ve millet işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz- Kasta ve fiile dayanan taassupkâr hareketlerden sakınıyoruz” sözleri çok önemlidir. Aslında Mustafa Kemal, son hak dini olan İslâm’ı büyük bir heyecanla kabul eden Türk milletinin, yüce ve kutsal duygularla bağlandığı dinini günlük hayatın basit meselelerine karıştırmak istemediğinin ve bunu tarihte bir çok kereler ortaya koymuş olduğunun farkındaydı ve o doğrultuda da hareket etmiştir.
Devletçilik: tik bakışta ekonomik bir kavram olarak görünen devletçilik sadece bu sahada değil, aynı zamanda Türk tarihine uygun bir şekilde sosyal ve kültürel kalkınmanın özelliklerini de gösteren politik bir uygulamadır. Bu uygulama ile Atatürk, Cumhuriyet yönetimini güçlendirip, milleti kısa sürede kalkındırarak çağdaş medenîyet seviyesine çıkarmak için izlenecek yolu çizmiş bulunmaktadır. Böylelikle ekonomik kalkınma ile ondan güç alan sosyal ve kültürel kalkınma arasındaki bağın önemi de ortaya konulmuş olmaktadır.
Sanayi inkılâbıyla ortaya çıkan gelişmelere ayak uyduramadığı için bazı Avrupa devletlerinin pazarı haline gelen Osmanlı devletinde, yetişmiş insan gücü olmadığı gibi bilgi ve sermaye gücü de yoktu. Ayrıca üretici nüfus cephelerde erirken salgın hastalıklar da halkı perişan etmişti. İşte bu şartlar altında adeta sömürge tipi geri kalmış bir ülke görünümünde olan Türkiye’de “millî ekonomi” esasına dayanan devletçilik ilkesinin uygulaması gerekli görülmüştür. Böylelikle, ülkemizin başkalarının pazarı olmaktan çıkarılması ve yeni kapitülasyon sistemlerinden kaçınabilmek için millî kaynakları değerlendirerek güçlü ve modern bir devlet haline gelme hususu hayati bir mesele olarak ele alınmış oluyordu.
Atatürk’e göre, “siyasî ve askeri zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, ekonomik zaferlerle süslendirilip kuvvetlendirilmezler ise kazanılan zaferlerin yaşamasına ve ayakta durmasına imkan yoktur. O sebeple “ekonomik bakımdan zayıf bir millet fakirlik ve sefaletten kurtulamaz, kuvvetli bir uygarlığa, refah ve mutluluğa kavuşamaz, sosyal ve siyasi felaketlerden yakasını kurtaramaz” onun için “ülkemizin yönetimindeki başarı ekonomik alandaki başarının ölçüsüyle orantılı olacaktır.” Zira “tarihimizi dolduran bunca muvaffakiyetler zaferler veyahut mağlubiyetler iktisadi durumumuzla yakından ilgilidir. Yeni Türkiye’mizi lâyık olduğu medeni seviyeye, ulaştırmak için zaman geçirmeden iktisadiyatımıza birinci derecede önem vermek mecburiyetindeyiz.” Onun için devletçilik ilkesi en belirgin şekilde iktisadî sahada kendisini göstermiştir.
Atatürk’ün öngördüğü devletçilik uygulamasında “istiklâlin temeli iktisattır.” Onun için, “millî hakimiyet iktisadî hakimiyetle pekiştirilmelidir.” Bunu gerçekleştirirken hiçbir şekilde demokratik teamüllerden ayrılmamak esastır. Dolayısıyla, iktisadî sahada devlet, fertlerin başaramadığı işleri plânlı bir şekilde yapmakla mükelleftir. Devlet öncü görevi üstlenirken özel mülkiyet ile şahsî teşebbüs ve çalışmayı tanımakta, kendisine belirli bir düzenleyici rol biçmektedir. Bu noktayı Atatürk, “bizim takip ettiğimiz devletçilik ferdi mesai ve faaliyeti esas tutmakla birlikte, mümkün olduğu kadar az zaman içinde, milleti refaha ve mamuriyete eriştirmek için milletin umumi ve yüksek menfaatlerin icap ettiği işlere - bilhassa iktisadi sahada - devleti filen alakadar etmektir.” sözleriyle ifade eder.
İnkılâpçılık; Atatürk; “Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymuş olmaktır” şeklinde tanımladığı Türk inkılâbının gayesini de, “yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri ve bütün mana ve şekilleriyle medeni bir heyet-i içtimaiye haline is’al etmektir. İnkılâplarımızın umde-i asliyesi budur” sözleriyle açıklamaktadır.
Atatürk’ün inkılâp anlayışında milletin en yüksek medeni ihtiyaçlara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri kurup, sadece savunmayı değil bunları daha da geliştirecek, her zaman çağın icaplarına uygun bir halde tutacak şartların oluşturulması da gerekli görülmüştür. Bu noktada inkılâpçılık ilkesi, devamlı değişen cemiyet hayatında ortaya çıkan ihtiyaçların giderilmesi böylelikle de kurucu ve yapıcı bir zihniyetle yeni ilerleme ve gelişmelere imkan hazırlayan, hatta diğer ilkeleri de içine alan bir umumî ve ana ilke olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca, Türk inkılâbının millet ve milliyete dönüş, çağdaş düşünce ve medeniyete yöneliş biçiminde yorumladığımız niteliğinin katı, durağan ve değişmez kalıplar arasında sıkışıp kalmasını engelleyerek ilmin ve medeniyetin yeniliklerine, ilerlemelerine açık bir duruma gelmesini sağlayan inkılâpçılık, bu özelliğiyle de Atatürk ilkelerinin ilmi yönünü ortaya koyan bir ilke olmaktadır.
“Medenîyet yolunda basan yenileşmeye bağlıdır” diyen Atatürk, Türk inkılâbıyla tesis ettiği düzeni, şartların gerektirdiği ve devamlı bir şekilde ileri ölçülerde değişmeye açık tutmuştur. “Bu koyduğumuz prensipler, bu günün icaplarına göre milletimizin medeniyet yolunda gelişmesi için faydalı bulduklarımızdır. Ancak sosyal bünye daima gelişen ve tekamüle yönelmesi zaruri olan bir durumdadır, ilim ve teknik ise her an yeniliklere, icatlara açıktır, işe bu durum karşısında insanların istek ve ihtiyaçları hem maddî, hem manevî sahada daima çoğalan bir şekilde gelişir.
Tarihin seyri içinde hiç bir prensip dogmatik bünyesini muhafaza edemez. Onun için Türk milleti yaşadığı çağın medeniyet seviyesinin icaplarını yerine getirmek mecburiyetindedir.
Bu inkılâpçılık prensibine bağlı oldukça Türk topluluğu medeniyet aleminde geri kalmama yolunu bulacaktır. Ancak bunda da göz önünde tutulacak nokta, millî bütünlüğümüz ve millî menfaatlerimizi en titiz bir itina ile muhafazadır” sözleriyle izah etmek istediği budur. Yalnız, henüz yeni kurulan ve gelişme halinde bulunan bir devlet için devamlı yenileşmeye bağlılık, bunu bir ilke haline getirme önemli bir husustur. Bilindiği gibi kültürler dinamik bir yapıya sahiptir. Ancak Atatürk zamanındaki kültür antropolojisi ve etnoloji alanındaki çalışmalar ilerlemediğinden, bu durumu tespit etmeleri ve “yeni ihtiyaçların, topluma yeni bir düzen getireceği, bunun için de tarihî ve sosyal gelişmeler doğrultusunda toplumun ihtiyaçlarını kurallar koyarak, düzen kurarak karşılamak gerektiğini ortaya koymaları mümkün olmamıştır.” Atatürk tarafından tespit edilerek bir ilke haline getirilmesinden sonra inkılâpçılık, kültür antropolojisi veya etnoloji de “bir kültür değişmesi süreci”yle birlikte kullanılmaya başlanmıştır. Ama, bu husus bazı ülkelerde, bilhassa Latin Amerika ülkelerinde uygulama alanı bulan sürekli ihtilalcilikle karıştırılmamalıdır.
Atatürk, Türk inkılâbının ortaya koyduğu değerlerin, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmada bir mertebe, bir vasıta olarak düşünülmesini, böylelikle de toplumun bunalmışız kargaşasız bir şekilde ve devamlı ilerleyebilecek bir yapıya kavuşmasını sağlamıştır. Burada önemle göz önüne aldığı husus medeniyet aleminde geri kalmama yolunu bulan Türk milletinin millî bütünlüğü ve millî menfaatlerini en titiz bir şekilde, itina ile muhafaza etmesinin şart olduğudur.
Baştan beri izah edilmeye çalışıldığı üzere Atatürkçü Düşünce Sistemi bir kimlik arayışının değil, mevcut bir kimliğin tekrar tescilinin, yani bir yabancının tespitiyle “Türkün yeniden Türkleştirilmesi”nin ifadesidir. Hal böyle iken, halihazırda en büyük meselelerden birisi Atatürk ve düşüncelerinin her seviyede istismar edilmesidir. Bu noktada Atatürk’ün, hiçbir zaman beceriksiz politikacı, yeteneksiz bürokrat, hırsız işadamı, yozlaşmış aydın, kabiliyetinin çok üstünde beklentileri olan hırslı memur vs. gibilerin arkasına sığındığı bir kavram haline getirilmesine fırsat verilmemelidir. Ayrıca, onun düşünceleri sadece ihtiyaç duyduğumuzda ve işimize geldiğinde söz konusu edilmekten kurtarılmalıdır. Bir başka deyişle anayasamızda yer almış, devletin unsurları, nitelikleri olarak değerlendirilmiş ve bir kısmı halen devlet politikalarına esas teşkil etmekte olan bu düşüncelerin taviz verilmeden, aşındırılmadan uygulanması gerekmektedir. O zaman Türkiye’de çözülemeyecek hiç bir problem kalmayacaktır.
Atatürk’ün bir de insan ve toplumu bütünüyle kavrayan ilkeleri vardır. Bunlardan,
İlmin ve aklın rehberliği,
İnsana ve insan haysiyetine saygı ile hoşgörü,
Yurtta ve dünyada barış,
Tarihimizden kaynaklanan hürriyet ve istiklâl düşüncesi,
Toplumu çağdaşlaştırma ve her bakımdan yüceltme,
Ülkemiz ve insanımızın kendisine mahsus gerçeklerine saygı,
gibi önemli ilkeler büyük ölçüde devlet ve cemiyet hayatına mal edilmiş, çağdaş medeniyet seviyesinin en ön saflarına ulaşmada önemli adımlar atılmıştır. Ancak, burada önemle üzerinde durulması gereken nokta varılmak istenilen çağdaş medeniyet seviyesinin, yani hedefin hareket halinde ve değişken oluşudur. Bir başka deyişle çağdaş medeniyet seviyesi bir noktada sabit olmayıp, sürekli gelişme halindedir. Ayrıca o seviyeye ulaşmak da, tam olarak çağı yakalamak manasına gelmez. Onun için sürekli gelişmek ve ulaşılan yeri koruyarak ilerlemek gerekir. Zira, çağdaş medeniyet, yapısı gereği yeni gelişmelerle yoluna devam etmektedir.
Günümüzde, Atatürkçü Düşünce Sistemi ile en üst düzeydeki medeniyet seviyesi arasında doğrudan bir bağ tesis edebilmek için bir an evvel;
Tarihî birikimimize uygun bir temelde insana ve insan kişiliğine değer vermeye, İnsanımızın hür ve şerefli bir şekilde yaşaması idealinden hareketle milli duyguları zedeleyen, toplumun dayanma ve dayanışma gücünü zayıflatan her türlü akımdan kaçınmaya, Dengeli ve adaletli bir toplum ülküsünü gerçekleştirmeye,
Her türlü kavgadan uzak, sosyal adaleti gerçekleştirmiş bir devlet meydana getirmeye,
Yayılmacı, ütopik amaçlar peşinde koşmadan, milli sınırlarımız içerisinde, kendi kuvvetlerimizle varlığımızı koruyarak milletin mutluluğuna çalışmaya,
Dünyadan medenî ve insanî muamele ile karşılıklı dostluk beklemek şeklinde tezahür edecek bir millî siyaseti devlet hayatına hakim kılmaya,
Toplum olarak sosyal, ekonomik, kültürel ve manevi kalkınmayı gerçekleştirerek geri kalmışlık çilesini bir an evvel bitirmek gayesiyle millî dinamizmi bir an evvel yaratmaya,
Toplumun herhangi bir sınıf veya zümresine dayanmadan, devlet ve cemiyet hayatını bütünüyle içine alıp yeniden düzenlemeye,
Her türlü taklitçilik ile kendi özbenliğimize ters düşen hareketlerden uzak kalmaya, Çalışılmalıdır. Bu yalnız bizim için değil, gelecek kuşakların mutluluğu için de gereklidir. Aksi halde toplumumuz için olumlu işler göremez, halihazırda sürmekte olan kriz ortamının sorumlularının yaptığı gibi bocalamalar içerisinde boğulur gideriz. Tam ve şuurlu Türk aydını Atatürkçü Düşünce Sisteminin ortaya çıkışı ve gelişmesini iyi tanırsa, halihazırda mevcut ve geleceğe ait pek çok meselenin çözüm yolunu da bu sistem içerisinde bulacaktır.
Sonuç olarak, yakın tarihte Türk toplumu, Mustafa Kemal’in gösterdiği müsbet yolda yürüyerek kısa sürede güçlenmek ve tekrar medenî bir millet haline gelmek kararlılığını göstermiştir. Bugün bize düşen görev, O’nun işaret ettiği aydınlık ve müsbet yoldan sapmadan, birlik ve bütünlük içerisinde bir an evvel toplumu çağdaş medeniyet seviyesinin en ön saflarına taşımaktır. Böylelikle ihtiyaçlarımız çağın gerektirdiği şekilde karşılanırken, Türkiye’nin değişen şartlarını da isabetli bir şekilde yorumlamak mümkün olabilir.
NOT: Bu konferans, 11 Kasım 2002 Tarihinde Atatürk Araştırma Merkezi Adına Bingöl’de verilmiştir.
----------------------
* İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi -
- ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 54, Cilt: XVIII, Kasım 2002
Prof. Dr. Salim Cöhce
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 54, Cilt: XVIII, Kasım 2002
Türkler, milâttan önce üçüncü binin ortalarına doğru takriben bugünkü Kazakistan bozkırları ile Altay dağları arasındaki sahada Atlı-Göçebe Bozkır Kültürü dediğimiz bir kültürle ilk defa tarih sahnesine çıktı. Çeşitli kültür aşamalarından geçerek, zamanla bütün Türkistan’a yayılan bu topluluğun milâttan önce dördüncü yüzyıldan itibaren tarihlerde Hiung-nu/Hun adıyla anılan bir imparatorluk tarafından temsil edildiği bilinmektedir. Yaklaşık altı yüz yıl kadar devam eden bu dönemi müteakip Türk milleti, çeşitli bölgelerde, farklı medeniyet çevreleri içerisinde ve değişik adlar altında daha pek çok devlet kurdu.
Bunlardan birisi olan ve Türkistan’dan kopup gelen büyük Türk kitlelerinin onbirinci yüzyılın başlarından itibaren ikinci bir anayurt haline getirdiği Anadolu’da kurulan Türkiye Selçukluları devleti ihtişamının zirvesinde iken Moğollar tarafından yıkıldı. Bunun sonucunda ortaya çıkan Türk beyliklerinden Ertuğrul Gazi’nin oğlu Kara Osman Beyin 1299’da tesis ettiği küçük Osmanlı Beyliği, bir milletin hayatı göz önüne alındığında çok kısa sayılabilecek bir zaman içerisinde büyük bir imparatorluk haline gelmiştir. Hızla gelişen Osmanlı devleti, onbeş, onaltı ve onyedinci yüzyıllarda Türk milletine ilimde, teknikte, medeniyette her yönden en ileri dönemini yaşatmış, bu asırlar Avrupalıların da dediği gibi adeta Türk asırları olmuştur. Ama, aynı zamanda dünyada kurulan en büyük siyâsi teşekküllerden birisi olan bu devlet onsekizinci yüzyılın başlarından itibaren önce duraklamış sonra da, yıkılmaya yüz tutmuştur.
Osmanlı devletinin çöküş süreci ondokuzuncu yüzyılda iyice hızlandı. Bu gidişi durdurmak için sarf edilen çabalar, bir başka deyişle Osmanlı yenilik hareketleri istenilen neticeyi sağlayamadı ve Birinci Dünya Savaşı’ndan da yenik çıkmamız üzerine devlet yıkılmanın, millet yok olmanın eşiğine geldi. Bu safhada Türk milleti, Mustafa Kemal’in önderliğinde teşkilatlanıp büyük bir özveriyle savaşarak diğer toplulukların tarihinde pek rastlanmayan eşsiz bir istiklâl savaşını müteakip eski devletinin enkazı üzerinde kurduğu yepyeni bir siyâsi teşekkül ile tekrar dinamik bir toplum halinde yaşamak azim ve kararında olduğunu ortaya koyacaktır.
Pek çok mazlum millete örnek teşkil edecek olan bu başarıyı sağlayan Mustafa Kemal, Türk milletini mutlak bir yok olma badiresinden kurtarmakla kalmamış, yaptığı inkılâplar ve ortaya koyduğu ilkeler ile aynı zamanda ona çok yakışan bağımsız, hür ve haysiyetli bir hayat ile, yükselme yolunu da açmıştı. Bu yolda “tereddütsüz ilerlemeyi” emreden ve genç kuşaklara çağdaş medeniyet seviyesinin en ön saflarını hedef olarak gösteren Yüce Önder, bu saflarda elde edilecek “ilim ve fen”nin Millî Mücadeleyi zaferle taçlandırıp özgüvenini tekrar kazanmış ve yeniden “güçlü bir millet olma “ yolunda hızla ilerlemeye başlayan halk için bir “hayat ve kuvvet sebebi” olacağına inanmaktaydı. İşte, Türk toplumunun ihtiyaç ve gerçeklerinden hareketle çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmada ona rehber olduğu kadar, o seviyede ne şekilde yerini alacağını da tespit eden bu değerler manzumesine Atatürkçü Düşünce Sistemi denilmektedir.
Atatürkçü Düşünce Sisteminin dayandığı temeller, 1907’den itibaren Mustafa Kemal’in düşüncesinde gelişmeye başlayacak ve O’nun, 19 Mayıs 1919’da mübarek Anadolu toprağına ayak basmasıyla birlikte uygulamaya konulacaktır. Yani, Atatürk’ün düşünceleri bazılarının zannettiği gibi 1919 Mayısının korkunç çaresizlik ortamından doğmamıştır. Ama, bu tarihten sonra olaylar hep aynı istikâmete yöneltilecek, kurmaylıktan gelen bir özelliği olsa gerek Büyük Önder’in ne zaman, nerede ve ne şekilde, neleri uygulayacağını ve kimleri nasıl değerlendireceğini büyük bir başarı ile tespit ve tayin etmesi, icabında ortamı hazır olmayanları zamanı gelinceye kadar bir sır gibi saklaması da başarıyı beraberinde getirecektir. Bu sonuç da, Türk tarihi ve kültürünün ortaya koyduğu değerlere uygundur.
İstanbul’dan ayrılırken “hakimiyet-i milliyeyi müstenid bilâ-kayd ü şart müstakil yeni bir Türk devleti kurmayı” öngören Mustafa Kemal, Samsun’a çıktığında bölgede Rumluk, Ermenilik davası güdenlere karşı meşru müdafaa hakkını kullanan ahalinin “Türklük duygusu etrafında birleşerek, hakimiyet-i müliyeyi amaçladığım” görmüş ve bunu üç gün sonra, 22 Mayıs 1919’da İstanbul hükümetine gönderdiği ilk raporunda önemle belirtmiştir. Bu tespit ile, o dönemde pek de yaygın olmayan hakimiyet-i milliye kavramı özellikle vurgulanmak suretiyle halkın tekrar kendi mukadderatını tayin eden sınıfsız, zümresiz büyük bir aile haline dönüştürülmesi isteği de açığa vurulmaktaydı. Bir başka deyişle verilecek mücadelede büyük bir önemi haiz bulunan millî bütünlüğün irade-i milliye ve tam bağımsızlık anlayışının tabi bir sonucu olarak belirginleşmesi ve bunun gelecekte de, kurulmakta olan devletin varoluş sebebini teşkil etmesi gerektiği ortaya konulmuş oluyordu. Nitekim, bu husus 1922 yılında kurulması düşünülen partiye hazırlık olmak üzere açıklanan siyâsi programda da;
“Hakimiyet milletindir.”
“TBMM’den başka hiç bir makam, milletin geleceğinde etkili olamaz.” “Bütün kanunlarda, teşkilatta, idarede, eğitimde ve iktisatta millî hakimiyet ilkeleri içerisinde hareket olunur.”
Şeklinde ifade edildi. Gerçekten de, “millî devlet” vasfı ile vazgeçilemez nitelikte bir “millî bütünlüğe sahip olma “ hali, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin daha kuruluşundan itibaren en temel özelliklerinden birisi olarak görünmektedir. Aynı zamanda bu husus, ebed-müddet yaşayacak yeni bir devlet kurarken bölük pörçük bir yığın düşüncenin nasıl bir bütünü oluşturan ilkeler haline dönüştürüldüğünü göstermesi bakımından da önemlidir. Bu noktada Atatürkçü Düşünce Sistemi adeta yüzyılların arasından, tarihten süzülüp gelen bir öğütün yerine getirilmesi şeklinde bir öze dönüş hareketi olarak kendisini göstermektedir.
Günümüzde Atatürkçülük veya Kemalizm gibi adlarla da anılan Atatürkçü Düşünce Sisteminin bir ideoloji olup olmadığı pek çok ilim ve fikir adamınca tartışılmış, halen de tartışılmaktadır. Ancak, bu düşünce biçiminin her hangi bir doktrinle ilişkisinin olmadığı Atatürk’ün bizzat Y. Kadri Karaosmanoğlu’na söylediği “eğer bir doktrine bağlanırsak oğlum, inkılâbı dondururuz.” sözleriyle ortaya konmuştur. Buna rağmen, zaman zaman Atatürk ideolojisinden bahsedilmesini, onu faşizm, sosyalizm, marksizm vs. gibi başka ideolojilerle bir arada düşünmek, onlarla bir saymaktan ziyade tesis edilen düzenin adlandırılmasında çekilen zorluğa bağlamak gerekir. Yalnız, Kemalizmi en geniş anlamda bütün ideolojilerin bir sentezi olarak değerlendirip bir toplum için, hatta bütün insanlık için tek hayat yolu olarak anlayanlar, görenler veya görmek isteyenler bu tespitin dışında düşünülmelidir.
Atatürkçü Düşünce Sisteminin Türk toplumu dışında başka milletlere de hizmet verebilecek düzeyde olup olmadığı, bir başka deyişle bu düşünce sisteminin evrensel değerinin bulunup, bulunmadığı sürekli sorulmaktadır. Her ne kadar bu sistem, çeşitli amaç ve çıkarlara bağlı olarak değişik çevrelerce zaman zaman farklı şekillerde yorumlanıp değerlendirilmekte ise de yukarıdaki sorularda gizlenen devrim ihracı veya sömürgecilik gibi bir öğeye sahip olmadığı herkes tarafından kabul edilmektedir. Esasen, bu sorularda sistemin millî karakterini küçümsemek eğilimi belirgin bir şekilde gözlenmektedir.
Atatürkçü Düşünce Sistemi çağdaş düşünce sistemleri içerisinde sömürgeci karaktere sahip olmayan veya sonuçta sömürgeciliği ortaya çıkaracak görüşleri haiz bulunmayan tek düşünce sistemidir. Onun için, bir ideoloji şeklinde vazedilmemiş ve ideolojilerde görülen belirli kalıplar içinde kalma çabasıyla kimi gerçekleri kabul etmekten kaçınma, olumsuz tutum ve girişimlere yönelme, ileride yapılacak atılımları engelleme ve bu yoldaki girişimlere ayak uyduramama gibi tehlikelerden uzaktır. Esasen, Tarihimizin bir sonucu ve Türk inkılâbının fikir gücünün bir devamı olarak, milli, akılcı ve çağdaş bir yolda kendisini devamlı yenileyebilme imkanı ile toplumun değişen ve gelişen ihtiyaçlarına ve Türkiye’nin değişen şartlarına cevap verebilecek bir özelliğe sahiptir. Onun için, bu sistem temelde iki ana esasa dayanır. Bunlar;
“Millet hayatına dayalı bir toplum düzeni kurmak,”
“Çağdaş düşünce ile medeniyete yönelmek, yani müsbet ilimleri yegâne mürşid yol gösterici olarak kabul etmektir.”
Yüce Önder, bu durumu Nutkun son sayfalarında “Efendiler, bu beyanatımla, milli hayatı son bulmuş farz edilen büyük bir milletin istiklâlini nasıl kazandığını ve ilim ve fennin en son esaslarına dayanan milli ve çağdaş bir devletin nasıl kurulduğunu ifadeye çalıştım” sözleriyle ortaya koymaktadır. Ayrıca insan ve toplumu bütünüyle kavrayan ilkelerinden meselâ, “insan ile insanlığa değer vermek” gibi düşünceler onu evrensel bir boyuta taşımakta ve pek çok toplumun örnek aldığı, etkilendiği bir sistem haline getirmektedir. Yalnız, onun evrensel nitelikleri değerlendirilirken bu sistem doğrultusunda tek bir dünya milleti veya devleti meydana getirmenin mümkün olmadığı gözden ırak tutulmamalıdır.
Bu noktada önemle üzerinde durulması gereken bir başka husus da, “Batı”nın Atatürkçü Düşünce Sisteminde bir amaç olarak gösterilmek istenmesidir. Ne var ki bu sistemde “Batı” mutlak biçimde bir hedef olarak seçilmemiştir. Yani, onun temsil ettiği medeniyete ulaşmak için körü körüne bir taklitçilik, millî benlikten uzaklaşma gibi Türk tarihi ve kültürünün, karakterinin bir tarafa bırakılmasını gerektirecek ilkeler bu düşünce sisteminde yer almaz. Esasen, bunu gerçekleştirmek de mümkün değildir ve bu yolda bazı şeyleri denemeye kalkmak bile çok kötü sonuçlar verebilir. Zaten, milliyetçilik ilkesi buna engel olacağı gibi, Mustafa Kemal Atatürk’ün Amerikalı gazeteci Miss. Ring’e söylediği sözler ve özellikle de yapılanların bir öze dönüş olduğunu önemle vurgulaması buna imkân tanımamaktadır. Kaldı ki, gösterilen hedef “Batı” değil, çağdaş medeniyet seviyesidir.
Günümüzdeki bazı uygulamalar, bu arada çağdaşlaşmanın gereği olarak “Batı” dan alınan bir takım değerlerin bazı meseleleri de beraberinde getirdiği bilinmektedir. Bunun haricinde Batı kültürünün temelinde yatan bencillik, hodbinlik, maddecilik vs. gibi bir kısım öğelerin Türk kültür değerleriyle çatışması da bu meseleleri artırmaktadır. Burada dikkati çeken husus bazı çevrelerce batıdan alınan değerlerin veya bizzat batının abartılmasıdır. Bu durumun kendi öz benliğimize yabancılaşmayı beraberinde getireceği açıktır. Şu ana kadar özellikle aydınlarımızda başlayan yozlaşmanın yenileşmeyi ve gelişmeyi olumsuz yönde etkilediği bir gerçektir. Tabii bu noktada batının istismarcı tavrı ve bunu sürdürmekteki ısrarım da göz ardı etmemek gerekir. Onun için Atatürkçü Düşünce Sistemini körü körüne bir yerlere bağlanma veya birilerini taklit etmek olarak gören insanlar, ya bu sisteme inanmamaktadır, ya da onu gerçek yönleriyle anlayamamıştır. Her iki halde de Atatürk’ü istismar ettikleri ortadadır. Bunun mutlaka önlenmesi gerekir. Bir başka deyişle Atatürk’ün batıcı değil, çağdaş medeniyetçi olduğu mutlaka hafızalara kazınmalıdır. Çağdaş medeniyet bugün Batıdadır, yarın bir başka yerde etkin hale gelir, o zaman oradan istifade edilir.
Atatürkçü Düşünce Sistemi, Türk toplumunun geleneklerine uygun yaşama kuralları olarak bu toplumun ihtiyaçlarından doğmuş ilkeler bütünü olduğu kadar, yine ona has bir temel düzenin de ifadesi olup milli, demokratik ve akılcı bir hüviyete sahiptir. Onun için, bu sistemi meydana getiren esasların yorumlanmasında tarihi olaylar, kültür ve medeniyetimiz ile toplumumuzun karakteri göz önünde bulundurulmalıdır. Esasen Atatürk de, düşüncelerinin temelini “Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız vatan, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir” sözleriyle ortaya koymaktadır. Bu tespit tarihî gerçeklere tamamen uygundur ve Atatürk’ün hayatı ile yaptıklarını en iyi şekilde öğrenebilmek için daima göz önünde bulundurulması gereken hususlardandır. Dolayısıyla, Atatürk’ün zihninde yer alan düşüncelerin zamanla, çalışma tecrübe, danışma ve mücadelelerle olgunlaşıp, yeri ve zamanı çok iyi ayarlandıktan sonra uygulamaya konulup başarılmasından sonra bir sistem olarak 10 Mayıs 1931’de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın üçüncü büyük kurultayında ana çizgileriyle tespit edilmiş ve kamuoyuna açıklanmıştır.
Türk milletini yüceltmeyi, Türkiye Cumhuriyetini sonsuza kadar yaşatmayı amaçlayan bir temel düzenin programı şeklinde açıklanan metin bir girişle sekiz bölümden meydana gelmişti. Girişte, bu metnin herhangi bir gün masa başına geçilerek kaleme alını vermiş olmadığı, uzun yıllar boyu denenen ilkelerin, yalnız birkaç yıl değil, geleceğe de hakim olacak şekilde düzenlenmiş ve ana çizgileriyle belirlenmiş olduğu açıklanmaktaydı. Bu programın ikinci bölümünde aşağıdaki inceleyeceğimiz temel siyasi ilkeler ele alınıp değerlendirilmiş ve cumhuriyet kuşakları için inanılması, öğrenilmesi gereken önemli ilkeler olarak takdim edilmiştir. Daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1935’de toplanan 4. büyük kurultayında da benimsenip aynen kabul edilen bu temel ilkeler 1924 anayasasında 5 Şubat 1937 tarihinde yapılan değişikliklerle, anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti Devletinin nitelikleri olarak, “Türkiye Devleti, Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Lâik, Devletçi ve inkılâpçıdır” şeklinde yer almıştır. Baştan beri genel mahiyetleri itibariyle değerlendirilmeye çalışılan bu ilkeler;
Cumhuriyetçilik: halkın; hakimiyeti doğrudan doğruya veya seçtiği temsilciler aracılığı ile kullandığı bir devlet şeklidir. Bu tariften hakimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğu, yani millet iradesinin devlet idaresinde hakim olduğu bir idare şekli anlaşılır. Atatürk bu durumu, “Bugünkü hükümetimiz doğrudan doğruya milletin, kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet teşkilatı ve hükümetidir ki, onun adı cumhuriyettir.” sözleriyle açıklamaktadır. Burada, devletin demokratik prensipleri uygulaması yani, hiç bir kayıt ve şarta tâbi olmadan milletin belirli bir yaşa gelmiş bütün fertlerinin yöneticilerini kendi içerisinden seçmesi esastır. Seçim unsuru, cumhuriyet idarelerinin totaliter, oligarşik, demokratik vs. gibi niteliğini belirleyen yegane ölçüdür. O sebeple iktidarın kaynağı cumhuriyet idarelerinde çok önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti için bu hususu Atatürk, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Hakimiyeti milletin uhdesinde toplamak demek onun bir zerresini bile ismi ve sınıfı ne olursa olsun hiç bir şahsa ve makama verdirmemek demektir” şeklindeki sözleriyle açıklamaktadır. Burada idarenin temel dayanağı bütün olarak Türk milletinin kendisidir.
Atatürk’ün çağdaş düşünce ve medeniyete yönelme arzusuyla çağımızın denenmiş ve en sağlam yönetim şeklini benimseyip, bunu gelecek kuşaklara da bir ilke şeklinde emanet etmesinin sebebi, tarihi gelişimi içinde Türk’e en yakışır idare biçimi olarak gördüğü ve Türk inkılâbının ana unsuru saydığı cumhuriyeti yeni Türk Devletinin temeli kabul edip, inkılâp değerlerim de temsil eden bir devlet ve hükümet şekli olarak telakki etmesinden ileri gelmektedir. Ayrıca, cumhuriyet kavramı Türk tarihinin gelişimi içerisinde ele alındığında da ilginç değerlere ulaşılmaktadır. Atatürk, Türk Cumhuriyetinin “temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü” dür derken bu değerlere işaret etmektedir. Sonuçta bu ilke, 1924’ten itibaren devletimizin anayasalarında değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen bir idare şekli olarak yer almıştır.
Milliyetçilik ; Millet hayatı ile birlikte tabii bir duygu olarak ortaya çıkan bu kavram sosyolojik manada, kişinin milletine sevgi ve saygı isteği ile bağlanması ve o milleti meydana getiren değerlerin yaşatılıp geliştirilerek devamlılığının sağlanmasını ifade eder. Genellikle siyasî bir akım şeklinde Fransız inkılâbından sonra ortaya çıktığı kabul edilen milliyetçilik, bir bakıma “kişi hürriyeti kavramının” milletlere tatbik edilmesidir. Yani, nasıl ki bir insanın, insan olarak bir takım temel hak ve hürriyetlere malik olması gerekiyorsa, bir milletin de bir bütün olarak hürriyet, hakimiyet vs. gibi bazı temel haklara sahip olması lazımdır.
Milliyetçilik hareketleri ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru büyük başarılar kazandıkları gibi günümüzde de devam etmekte ve çağımıza tam bir milletler mücadelesi asrı hüviyetini kazandırmaktadır. Ancak, bu mücadelelerin bazılarında sebepler şu veya bu şekilde değişikliklere uğrarken mücadelenin şekli de başka sahalara kaydırılmıştır. Meselâ, savaş yerini kültür üstünlüğüne bırakmış, siyasî hak ve hürriyet istekleri yerini gelişmiş devletlerin ekonomik baskılarına karşı direnme ve mücadele etme arzusuna terk etmiştir. Bunları çoğaltmak mümkündür. Ayrıca toplumlarda milliyetçilik, ham duygu, sömürgeci veya yüce değerlere dayalı şuurlu bir devlet politikası şeklinde kendisini gösterir. Onun için bazen milliyetçiliğin, toplulukta moral gücünü artırmak, fertleri iyiye, güzele, doğruya yönelterek kültürlerin işlenmesi ve zenginleşmesini sağlamak yoluyla millî, ayrı ayrı milletleri bu insanî hislerle terbiye ederek dünya medeniyetini yükseltmek yoluyla da beşerî fonksiyonlarının yerine getirilmesi mümkün olamamaktadır. Esasen, bazı milletlerin kendi millî gayelerini gerçekleştirmek için takındıkları tahripkâr ve söven tutum, yani milliyetçilik fikrine saldırgan bir vasıf kazandırması, bu asil duygunun bazı topluluklarda kin ve nefret temeline dayanmasına sebep olmaktadır. Bu hal de milliyetçilik duygusunun her millette normal şekilde tezahür etmediğini gösterir.
Milliyetçilik mevzuunda, tarih boyunca hür ve müstakil yaşamış bir millet sıfatıyla Türklerin böyle meseleleri, kompleksleri olmamıştır. Türk milleti fırsatçılığa, istismara iltifat etmediği gibi binlerce yıllık mazisinin türlü hadiseleri içinde yoğrula yoğrula gerçek millet kıvamına erdiği için, milliyetçilik fikirleri de bu tarihî oluşa uygun, sağlam karakterli ve hakim bir milletin maneviyatından süzülüp gelen bir niteliğe sahip, yani hakka saygılı, insaniyet sever bir hüviyette kendisini göstermiştir. Esasen, gerek sosyolojik açıdan, gerekse siyasi açıdan tarihte ilk defa Büyük Hun İmparatoru Çi-çi Kağan’ın (öl.M.Ö.36) nutkunda yer aldığı şekilde Türklerde görülen milliyetçilik hadisesi o dönemde nasıl zuhur etmişse daha sonra da öyle devam etmiştir. Aksi halde, bugünkü Balkan devletlerinin varlığını izah etmek mümkün olmadığı gibi, başta Rus ve Alman milletlerinden de bahsedilemezdi.
Milliyetçilik ilkesini tam manasıyla değerlendirebilmek için millet, halk, ulus, kavim, ırk, soy ümmet vs. gibi kavramların doğru bir şekilde ve tarihî gelişimlerine uygun bir şekilde anlamak gerekir. Meselâ, Atatürk’ün Millî Mücadelenin başından beri milletçe girişilen önemli hareketleri, “Millî istiklâl, millî irade, millî kongre, millî hakimiyet, millî kuvvetler, millî hareketler, millî marş, millî birlik, millî meclis, millî mücadele, millî müdafaa... vs.” şeklinde hep “millî” kelimesiyle milliyetçilik kavramanın bütün manalarım da içine alacak biçimde adlandırması millet kavramının tarihî gelişimi ile ilgilidir. Dolayısıyla Atatürk’ün milliyetçilik anlayışını izah ederken onun Türk’e uygun millet tarifini göz önünde bulundurmak zarureti vardır.
Atatürk milliyetçiliği, Türk topluluğunu, Türkçe, Türk kültürü ve Türklük ülküsü etrafında birleştirip siyasi ve sosyal bir bütün haline getirmek şeklinde anlamaktadır. Dilin, yani Türkçe’nin eski Türk devletlerinde önemli bir yeri vardır. Atatürk de dile büyük önem vermekte ve Türk dilini “Türk milliyeti için mukaddes bir hazine saydığı” gibi “Türk milletinin kalbi ve zihni olarak da değerlendirmektedir.” O sebeple “kesin olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin millî dili ve millî benliği bütün hayatında hakim ve esas kalacaktır”.
“Bizim milliyetçiliğimizin esası dil birliğinin korunması ile mümkün olacaktır” diyen Atatürk, “Türk milletinin dili Türkçe’dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay dildir.” demekten kendisini alamamıştır.
Atatürk’ün üzerinde durduğu ikinci husus Türk Kültürüdür. Türk kültürü; Türklük duygusunu kuvvetlendirmek, Türklük sevgisi ve idealleri etrafında milleti birleştirebilmek için gayet iyi bilinip öğretilmesi gereken bir husus, aynı zamanda cumhuriyetimizin de devamı olarak vazedilmiştir. “Cumhuriyetin dayanağı Türk toplumu (camiası) dur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk Kültürü ile meşbu olursa o topluma dayanan cumhuriyet de o kadar güçlü olur.” “Türk milletinin iradesinde ve korunmasında millî birlik, millî duygu, millî kültür en yüksekte göz diktiğimiz ideallerdendir” derken kastedilen hususlar bunlardır. Türk kültürünün kazandırılmasında tarih ilminin önemli bir yeri olduğunu gören ve doğrudan doğruya tarihten yararlanan bir devlet adamı olarak Atatürk, Türk milletinin uzun geçmişinin gelecek kuşaklar için büyük ölçüde ilham kaynağı olacağına inanmıştı. Onun için millî duyguların tarihten besleneceğini belirterek tarihçiliği adeta milliyetçilik prensibinin temeli olarak göstermiştir.
Atatürk’ün üzerinde durduğu üçüncü husus ise, mefkure, yani ülkü birliğidir ki, bu birlikle kast edilen husus Türk milletini tanıyıp, onun değerlerini bilme, onunla gurur duyup, onun varlığını ve sahip olduğu değerleri daha da yüceltip, gelecek nesillere aktarmaktır. Türklük duygusu, Türklük ülküsü olarak belirlediğimiz bu husus yine en güzel şekilde Atatürk’ün sözlerinde ifadesini bulmuştur. Esasen Atatürk, Türklüğü ile iftihar eden ve milletinin varlığındaki asil cevhere inanan birisiydi ve başarısında bu inancın payı pek büyüktü. O, daha Samsun’a çıktıktan üç gün sonra yazdığı raporda, “millet birlik olup, hakimiyet esasını ve Türklük duygusunu hedef tutmuştur” derken Türk milliyetçiliğini Millî Mücadelenin temeli yapmaktaydı.
Atatürk’e göre, Türklük duygusu aynı zamanda Osmanlı devletini mahveden ideolojiye tepkidir ve gerçekçi bir yaklaşımın tezahürüdür. “Biz Türküz, tam manasıyla Türküz. İşte o kadar. Bize iyi Müslüman olmak kâfidir. Asya için ve Avrupa için bizim kanunumuz aynıdır. Dostlara sahip bulunmak, istiklâl-i tanımımızı muhafaza etmek, her şeyi Türk cephesinden mütalâa etmek. Bu realist bir görüştür. Osmanlı imparatorlusunu mahveden ideolojiye tepkidir.” sözleriyle aynı zamanda cumhuriyetin ilânından önce. bilhassa Osmanlı devletinin son zamanlarında milliyetçiliğe önem verilmediğine de işaret eder. Milliyetimizden tegafül edişimizin, kendimizi unut-makliğımızın cezasını zayıf düştüğümüz zamanlarda çok ağır bir şekilde ödediğimizi belirtir. Günümüzde dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, “evvela bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün ef’al ve harekatımızla göstermemiz gerektiğine işaretle, Bilelim ki millî benliği bulamayan milletler başka milletlerin şikarıdır sözleriyle millet olarak haysiyetli bir şekilde yaşamanın yolunu göstermektedir.
Atatürk’te milliyetçilik için Türklük esastır. Bunu; “Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir.” “Benim yaratılışımda fevkalâde olan bir şey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir.” “Türk çetin işler başarmak için yaratılmıştır.” “Türk Öğün, Çalış, Güven” vs. gibi pek çok sözüyle ortaya koymuştur. Bundan da anlaşılacağı gibi Atatürk, Türk milletine büyük bir güven saygı ve sevgi duymaktadır. Bu noktada onun Türk’ten, Türk milletinden ne anladığını ortaya koymak gerekir.
“Türk eli büyüktür ve yer yüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türk’tür ve her yeri aydınlatan Türk’ün yüzüdür.”
“Diyarbekir’li, Van’lı, Erzurum’lu, Trabzon’lu, İstanbul’lu, Trakya’lı ve Makedonya’lı hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damadandır.
Bu damarlar birbirini tanısın. Bu dediğim şey olduğu zaman başka bir alem görülecek ve bu alem dünyaya hayret verecektir. Türk’ün varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacak. Güneş ne demek, ufuk ne demek o zaman görülecek” diyen Atatürk, ayrıca, “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” sözleriyle Türkiye halkı tabirini “Türkiye halkı irken, dinen ve harsen müttehit, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ve fedakarlık hissiyatıyla meşhun ve mukadderat ve menafii müşterek olan bir heyet-i ictimaiyedir” şeklinde açıklamaktadır. Dolayısıyla, bugün bazılarının ısrarla kullandığı “Türkiye halkları” tabiri gerçeklerden uzak, kasıtlı ve Türkiye Cumhuriyetini bölüp parçalama dileğinin bir ifadesi olarak görülmelidir.
Atatürk, daima Türk milletinin canı, kanı pahasına kazanılmış, Misak-ı Millî ile çizilen sınırlar içerisindeki Türk yurdu Türkiye’yi ve onun üzerinde yaşayan milleti esas almaktadır. Ancak bu tavrıyla dış Türklerin varlığını inkâr etmiş değildir. Bir çok sözünde onlara da işaret ettiği gibi kendi döneminde, dış Türklerin meseleleriyle yakından ilgilenmiştir. O’nun “siyâsî varlığımızın haricinde başka ellerde, başka siyasî zümrelerle, isteyerek veya istemeyerek kader birliği etmiş, bizimle dil, ırk, köken birliğine ve hatta yakın uzak tarih ve ahlâk yakınlığı görülen Türk cemaatleri vardır” sözleri bunu işaret eder. Atatürk’ün insanî duygulardan hareketle bu konudaki tek hedefi, bilhassa kaybedilen topraklarda yaşayan Türklere adil ve dürüst davranılmasını temin etmekten ibarettir.
Halkçılık: Atatürk’ün milliyetçilik ve cumhuriyetçilik ilkelerinin tabiî sonucudur. Esasen, cumhuriyetimizin nitelikleri onun halkçı yönünü de ortaya koyar. Zira bu ilkenin düşünce gücü modern demokrasilere esas olan “millî hakimiyet, millet hakimiyeti” şuuruna dayanmaktadır. Dolayısıyla da halkçılık ilkesi, Atatürk’ün yaptığı millet tanımı ve onu izleyen millî benlik şuuru ile sıkı sıkıya bağlı olduğu kadar, onun demokrasi anlayışının da temelini oluşturmaktadır.
Osmanlı devletinin yıkılmaya yüz tuttuğu dönemlerde aydınlarımız ahaliye yabancılaşmış, halk bilgisiz bir sürü şeklinde düşünülürken adına kaba-saba, dağlı, taşralı vs. gibi alçaltıcı manâlar izafe edilmiştir. İdarenin de belirli bir zümrenin elinde olması bu durumun devamını sağlamıştır. Bu aydınların aynı zamanda hürriyet, eşitlik, adalet vs. gibi mefhumların da yegane savunucuları konumunda bulunması dikkat çekicidir. Atatürk’ü, bunlardan ayıran husus, onun kim için, ne için istendiği beli olmayan mefhumlar peşinden koşmamış olmasıdır. O, Türk töresinin millet hayatına mal ettiği eşitlikten hareketle “şuna emin olabilirsiniz ki, dünya üzerinde yaşamış ve yaşayan milletler arasında ruhen demokrat doğan yegane millet Türklerdir. Eskiden beri cemiyetimizde birinden diğerine geçilmez bir sınıf asaleti ve zihniyeti asla mevzu-u bahis olmamıştır” sözleriyle milletinin özelliklerini gayet iyi tespit etmekte ve yine tekrar onun hayatına mal ederek uygulamaya sokmaktadır.
Köy, şehir, ev halkı gibi belirli bir unsura, daha çok mekân unsuruna bağlı topluluklar ile belirli bir zamanda bir ülkede oturan ve o ülkeyi vatan bilen, kaderini o ülkeye bağlamış insan topluluğunu veya millet seviyesine ulaşamamış, ancak devletini kurmuş, geçmişteki bir kısım toplumlar ile zaman zaman belirli bir milletin herhangi bir bölümünü ifade eden halk kavramı Atatürk’ün ifadelerinde millet kavramına çok yakın bir şekilde, bazen de onun yerine kullanılmıştır.
Atatürk, halkçılık uygulamasını daha millî mücadelenin başında yürürlüğe sokmuş ve 1920’de başka milletlerdeki benzer uygulamalar ile farkını da, “Bizim nokta-i nazarlarımız, bizim prensiplerimiz cümlece malûmdur ki, bolşevik prensipleri değildir ve bolşevik prensiplerini milletimize kabul ettirmek için de şimdiye kadar hiç düşünmedik ve teşebbüste bulunmadık. Bizim itikadımıza göre, milletimizin temin-i hayat ve tealisi kendi kabiliyet-i hazmiyesiyle mütenasip olan nokta-i nazarlardır. Fakat esas itibariyle tedkik olunursa bizim nokta-i nazarlarımız ki halkçılıktır. Kuvvetin, kudretin, hakimiyetin, idarenin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurmasıdır” sözleriyle ortaya koymuştur. Yine O, Büyük Millet Meclisinin açılışının halkın genel isteği ve temayüllerine dayandığını “Bugünkü mevcudiyetimizin mahiyet-i asliyesi, milletin temayülat-ı umumiyesini isbat etmiştir, o da halkçılıktır, halk hükümetidir” sözleriyle ifade etmektedir.
1920 anayasasında da yer alan halkçılık ilkesi, “siyaset-i dahiliyemizde şiarımız” ve “milleti bizzat kendi mukadderatına hakim kılmak” şeklinde tarif edilmiştir. Bu tarif, halkçılığın, halkın bizzat halk tarafından halk için idaresinin ifadesidir. Bu idare Atatürk’ün sözleri ve uygulamalarından anlaşıldığına göre millet menfaatlerine en iyi cevap verebilen ve milletin katkısıyla hizmet gören hükümettir. O sebeple halkçılık ilkesi Atatürk’ün demokrasi görüşlerinin de ifadesidir. Onun, “Bizim şekl-i hükümetimiz tam bir demokrat hükümettir ve lisanımızda bu hükümet halk hükümeti diye anılır” şeklindeki sözleri bunu ortaya koyarken, demokrasi veya halkçılığın bir başka tarifini ve buna niçin lüzum duyduğunu da, “Demokrasi esasına müstenid hükümetlerde, hakimiyet halka, halkın ekseriyetine aittir. Demokrasi prensibi hakimiyetin milletde olduğunu, başka yerde olamayacağını iltizam eder. Bu suretle, demokrasi prensibi siyasî kuvvetin, hakimiyetin menşeine ve meşruiyetine temas eder. Biz memleket halkı efrat ve muhtelif zümre mensuplarının yek diğerine yardımlarını aynı kıymet ve mahiyette görürüz. Hepsinin menfaatlerinin aynı derecede ve aynı musavatperverlik hissiyle teminine çalışmak isteriz. Bu tarzın, milletin umumi refahı, devlet bünyesinin tarsini için daha muvafık olduğu kanaatindeyiz” sözleriyle açıklar.
Bütün bu ifadelerden anlaşıldığına göre, Halkçılık ilkesi: Türk toplumu içerisinde imtiyazlı bir sınıf yaratmamak, tanımamak, fertleri birbirine karşı saygılı, eşit haklara sahip dinamik bir kitle halinde bulundurmak, böylelikle de Türk milletini “imtiyazsız-sınıfsız kaynaşmış bir kitle” haline getirmek amacına yöneliktir. Bu ilke doğrultusunda halk herkes demek olup, bütün vatandaşların dil, din, meslek, renk ve cinsiyet ayırımı gözetmeksizin aynı haklara malik olması ve kanunlar önünde eşit muamele görmesi esastır. Dolayısıyla halkçılık ilkesiyle, sınıf mücadeleleri yerine, sosyal adalet ve sosyal nizam, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma kabul edilmekte, bir sınıf ahlakı yaratmak yerine, millî ahlak esas alınarak daima halka gitmek ve onu yükseltmek amaçlanmaktadır.
Lâiklik; Türk inkılâbında kademe kademe gerçekleştiren ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletini medenî bir devlet niteliğine kavuşturabilmek için ortaya konulmuş bir ilkedir. Bilindiği gibi laiklik, Batı dünyasında kilise-derebeyler-krallık üçlüsünün yönetiminden, yani ortaçağ karanlığından imparatorlukların parçalanması ve mutlak monarşilerin kurulduğu bir ara rejim ile aydınlanmanın getirdiği fikirler üzerinde, 1789 Fransız inkılâbından sonra kilise ve ruhban sınıfının halk üzerindeki baskısı kırılarak gerçekleştirilmişti. İslâmiyet’te, böyle bir sınıf olmadığı gibi dinde de zorlama yoktur. İslâm öncesi Türk devletlerindeki din anlayışı ve uygulayışı da farklıdır.
Osmanlı devletinin son zamanlarında, bilhassa dini kendi çıkarlarına alet eden hatta onu, Atatürk ve arkadaşlarını imha etmek için politik ve Dürrizâde Abdullah Fetvası, Hilâfet ordusu vs. gibi daha çok düşmana yarayacak bir şekilde taktik olarak kullanmak isteyenler çıkmıştı. Bunun üzerine dinin siyasî gayelerle kullanılmasını önlemek için 29 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisinin çıkarttığı hıyanet-i vataniye kanunu daha sonraki laiklik uygulamasının da başlangıcını teşkil edecektir. Ancak Türk toplumunda laik düşüncenin temeli onun tarihinin çok eski zamanlarına kadar uzanmaktadır. Bu durumu ortaya koyup, bahse konu kelimenin izahını yaptıktan sonra Atatürk’ün laiklik ilkesini incelemeye geçmek daha uygun olur.
İslâm öncesi Türk devletlerinden Hunlar ve Göktürklerde devletin bir dini olması ve hükümdarın da aynı zamanda en büyük dini lider olmasına rağmen, devlet içerisinde yer alan Soğd, Çinli, Alan kavimleri, Moğollar vs. gibi diğer topluluklara ait başka dinlerin hiç bir çekişmeye mahal vermeyecek şekilde varlıklarını sürdürdüğü ve günümüze kadar ulaşan tesisler bıraktıkları bilinmektedir. Bu durum Türklerin İslâmiyeti kabul etmesinden sonra da devam etmiştir. Bengütaşlarda geçtiği şekilde, “Yukarıda gök, aşağıda yağız yer yaratıldıkta ikisi arasında kişi oğlu kılınmış kişi oğlunun üzerine atalarım Bumin ve İstemi Kağanlar tahta oturmuş “ sözlerinden anlaşıldığına göre gök, yer ve insandan oluşan kâinatta insan cinsi bir olup soy, dil, din ayrılığı söz konusu değildir. Bu halde kağan olan kişinin de böyle ayrımlar yapmaya yetkisi yoktur ve hepsini töre gereği eşit idare etmekle mükelleftir. Bu hal Türk milliyetçiliği ve halkçılığının da temelini oluşturacaktır.
Osmanlılarda devlet ile din mümkün mertebe birbirine yardımcı olmuş, birinin diğerine müdahalesi düşünülmemiştir. Bu devletin teokratik bir devlet olarak gösterilmesi yanlıştır. Osmanlı’da örfi hukukun ve laik müesseselerin şeklen dahi olsa şer’îleşmek lüzumunu duymadan hükmettikleri saha bir çoklarının zannettiğinden çok daha geniş idi. Fatih ve Kanunî’nin yaptığı hukuki düzenlemeler ile aynı zamanda en büyük dinî lider olan hükümdarın gerek görüldüğü takdirde bir memur mesabesinde olan şeyhülislâm veya ulemadan fetva alması bunun delilidir. Ama, bu alan zamanla, bilhassa onsekizinci yüzyıldan sonra şer’î hukuk lehine daralmıştır.
Devletin çöküş sürecine girmesiyle, bilhassa isyan ve kargaşaların arttığı dönemlerde ilmiye sınıfının, bu arada şeyhülislâmın devlet idaresi üzerindeki tesiri açık bir şekilde artmaya başladı. Bir yerde bu durum, medrese mensuplarının öğrenmeyi ve ilmi bir kenara bırakarak günlük idari ve siyâsî hayatın içine girmesi, böylelikle de kısa zamanda cehaletin hakim olmasından kaynaklanmakta idi. Öyle ki, bu dönemde müspet ilimler medreselerden kovulmuş ve Osmanlı devleti en çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde ilimden ve buna bağlı gelişmelerden mahrum kalmıştır. Bunu takip eden dönemlerde güçlü idarecilerin başa geçememiş olması veya yapılmak istenilen yeniliklerin önlenmesi yahut da etkisiz bırakılması yozlaşmayı sürekli hale getirmiştir. Neticede, Millî Mücadele sırasında ilmiye sınıfına mensup bir kısım yetkilinin Türk İstiklâl hareketini engelleme çabaları ile adeta düşman beşinci kolu gibi çalışmaları hatta, Yunan ordusunu hilâfet ordusu olarak ilan etmek serkeşliğinde bulunmaları ve bütün bu faaliyetlerinde tek silah olarak dini kullanmaları din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını gerektirmiştir.
Atatürk, diğerlerinde olduğu gibi din ile devlet işlerini birbirinden ayırırken de Türk tarihinin akışını göz önüne alarak meseleyi hal etmiştir. Dolayısıyla önce lâiklik ilkesiyle bağdaşmayacak, uygulamada bu anlayışa engel olabilecek müesseselerin ortadan kaldırılmasına yönelmiştir. Onun bu faaliyetleri aynı zamanda çağdaşlaşmanın bir başka deyişle Türk inkılâbında kastedilen asrileşmenin bir gereği şeklinde tezahür edecek ve laiklik ilkesi yeni devletin temel öğelerinden birisi olarak anayasada yerini alacaktır.
Atatürk’ün lâiklik anlayışına geçmeden önce bu kelime üzerinde biraz durmak gerekmektedir. Lâik kelimesi, Yunanca laikos, Lâtince /aicus kelimelerinden türeyen Fransızca laic, laigue kelimesinden gelmektedir. Türkiye’de ilk defa Atatürk’le birlikte kullanılmaya başlanmış bir kelime değildir. Aynı kelime meşrutiyet yıllarında kullanılmış ve dilimize “ruhanî olmayan kimse, dinî olmayan şey, fikir, kurum, la dinî” anlamlarında geçmiştir. Ancak bu ifadeler kelimenin sadece sözlük anlamlarını ortaya koymaktadır. Türk inkılâbında ifade ettiği mana tamamen “dünya işlerini din işlerinden, dinî otoriteden ayrı olarak ele almaktır.”
Atatürk’ün anlayışında lâiklik, dinin fertlerin vicdanına bırakılması, devletin vicdan hürriyetinin gerçekleşmesinde tarafsız kalması, buna karşılık da siyâsî işlerin devlet tarafından, din etkisi olmadan yürütülmesidir. Bir başka deyişle lâiklik, devletin Allah ile kul arasından çekilmesi, dinin de devlet işlerine karışmaması yani akıl ile imanın yetki alanlarının birbirlerinden ayrılmasıdır. Bu cümleden olarak lâik idarelerde devletin vicdanlara karışma, onlara baskı yapma yoktur. Herkesin inanç ve düşünce tarzına, ibadetlerine saygı gösterilir ve vatandaşın dini inanışında ve ibadetinde hür olduğu kabul edilir. Atatürk bu durumu, “her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasal bir düşünceye sahip olmak, mensup olduğu bir dinin gereklerini yapmak ve yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin düşüncesine ve vicdanına hakim olunamaz” sözleriyle gayet güzel açıklamaktadır. Ancak, vatandaşın hareketlerinin de devlet nizamını bozacak nitelikte olmaması esastır.
Geniş bir din bilgisine sahip, aynı zamanda İslâm dininin esaslarına ve inceliklerine de vakıf olduğunu bildiğimiz Atatürk, “Türk milleti daha dindar olmalıdır. Yani, bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum. İslam akla mantığa aykırı, ilerlemeye engel hiç bir şey ihtiva etmiyor...” “Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ancak bundan dolayıdır ki en son din olmuştur.” “Hangi şey ki akla, mantığa ve toplumun yararına uygundur, biliniz ki o bizim dinimize de uygundur” sözleriyle İslâm anlayışında gerici ve tutuculuğa yer olmadığını en güzel şekilde ortaya koymaktadır. Aslında İslam dini ve faziletleri hakkında Atatürk’ün daha pek çok sözü vardır ki, bunların hepsini burada vermek mümkün değildir. Ayrıca onun bu düşünceleri hareketleriyle de tam bir uyum içindedir. Ancak bazı çevreler, cumhuriyetin ilanından ve laikliğin kabulünden sonra Atatürk’ün İslâmiyete karşı alâkasının azaldığını iddia ederken bazıları da, Atatürk’ün lâiklik ile “Türk-İslâm için çağdaş anlamda bir dinsel düşünce biçimini gerçekleştirmeyi amaçladığım” ileri sürmektedirler ki, her iki görüşe de katılmak mümkün değildir.
Atatürk’ü yanlış değerlendirenler ile onu dine karşıymış gibi gösterenlerin dayandığı nokta, onun Türk toplumunu çağdaş medenîyet seviyesine çıkarmak için verdiği mücadelede daha çok din ve dinî müesseseler ile uğraştığını varsaymalarıdır. Gerçekte Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti için İslâm medeniyeti ile İslâm dininin farklı şeyler olduğunu bilmektedir. O sebeple, “Osmanlı devletinin inkırazından sonra bir Türkiye Devleti teşekkül etmiştir. Bu devlet müstakil ve Müslüman’dır” derken, Osmanlı devletinin çöküş sebebi olarak İslamlığı görmediği gibi, “düşmanlarımız bizi dinin taht-ı tesirinde kalmış olmakla itham ve tevakkuf ve inhitatımızı buna atfediyorlar, bu hatadır” sözleriyle bu tür düşünceleri düşmanlarınızın yaydığına ve onların da bir hata içinde olduklarına işaret etmektedir.
Atatürk’ün şiddetle karşı çıktığı şeylerden birisi İslâm’ın yüce ruhunu anlamayan veya anlamak imkanı bulamadan din görevlisi pozisyonunu kazanmış cahil kişilerin din adına gerçekleştirdiği faaliyetlerdir. “Bizi yanlış yola sevk eden habisler bilirsiniz ki çoğunlukla din perdesine bürünmüşler saf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aidata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz. Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırdılar. Halbuki elhamdülillah hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız” sözleriyle ortaya koyduğu ve tavırlarını küfür ve melanet olarak değerlendirdiği bir kısım insanlar bir kaç asırdan beri, hiç de hakları olmadığı halde İslâm’ın temsilciliğini yapmaya kalkışmış ehliyetsiz ve yetersiz birer dinî lider konumundaydı.
Günümüzde dini eğitimi, hele bu eğitimi devletin yaptırmasıyla sadece İslam dininin ibadet ile hizmetlerinin devlet eliyle yürütülmesini laikliğe aykırı görenler vardır. Gerçekte bir çok laik devlette, devlet din işlerine karışmadığı gibi, din eğitimine de karışmaz. Bütün din işlerini devletten ayrı olarak kurulmuş cemiyetler yürütür. Her devlet, laiklik anlayışının icabı olarak din eğitimini kendi şartlarına göre düzenler. Nitekim Avrupa’da pek çok laik ülkede din dersleri devlet okullarında ve kilisenin iş birliği ile verilmektedir. Üstelik, bizim gibi dinî cemiyetlerin yasaklandığı topluluklarda böyle bir boşluğun devlet tarafından doldurulması da gayet tabiidir. Böylelikle dinin, ehliyetsiz kimselerin ellerinde devlete zararlı bir hale gelmesi de önlenmiş olur.
Lâiklikle ilgili olarak çok tartışılan bir başka husus da örtünme meselesidir. Atatürk bu konuda “dinimizin tavsiye ettiği tesettür hem hayata hem fazilete uygundur. Kadınlarımız şeriatın tavsiyesi, dinin emri mucibince tesettür etselerdi ne o kadar kapanacaklar ne o kadar açılacaklardı. Tesettür-ü şer’i kadınlar için mucib-i müşkilât olmayacak, kadınların hayat-ı içtimaiye de, hayat-ı iktisadiye de, hayat-ı maişette ve hayat-ı ilimde erkeklerle teşrik-i faaliyet etmesine mani bulunmayacak bir şekl-i basittedir. Bu şekl-i basit heyet-i içtimaiyemizin ahlâk ve adabına mugayir değildir.” “eğer kadınlarımız şer’in tavsiye, dinin emrettiği bir kıyafetle, faziletin icap ettirdiği tavr-ı hareketle içimizde bulunur, milletin ilim, sanat hareketlerine iştirak ederse, bu hali emin olduğunuz milletin en mutaassıbı dahi takdirden men-i nefs edemez” demektedir.
Her şeye rağmen ülkemizde zarureti, millete yeterince anlatılamadığı için üzerinde en çok konuşulan ve tartışılan konulardan birisi hiç şüphesiz laikliktir. Atatürk’ün diğer ilkelerinde kısmen görülen bir husus, yani bu ilkeleri herkesin kendi işine geldiği, emellerine uygun olduğu şekilde anlamaya çalışması bilhassa lâiklik ilkesinde daha belirgin bir hal almaktadır. Çoğunluğu kasıtlı olan bu tür zihniyet sahiplerini, her ne sebeple olursa olsun dine karşı olanlar ve kutsal din duygularından menfaat temin edenler şeklinde iki grupta toplamak mümkündür. Her iki gurubun birleştiği nokta, daha Atatürk’ün çok önceleri “lâik hükümet tabirinden dinsizlik manasını çıkarmaya yeltenen fesatçılara fırsat vermemek lazımdır”‘sözleriyle işaret ettiği husustur. Maalesef, lâikliği dinsizlik olarak değerlendiren fesat erbabı günümüzde de etkili olabilmektedir.
Atatürk’ün lâiklikten ve dinden anladığı açıktır. O, bu konudaki tavrını hem davranışları, hem de sözleriyle gayet güzel bir şekilde ortaya koymuştur. Onun “din ve vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir” şeklindeki lâiklik tarifi ile “Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünmeye muhalif değiliz- Biz sadece din işlerini devlet ve millet işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz- Kasta ve fiile dayanan taassupkâr hareketlerden sakınıyoruz” sözleri çok önemlidir. Aslında Mustafa Kemal, son hak dini olan İslâm’ı büyük bir heyecanla kabul eden Türk milletinin, yüce ve kutsal duygularla bağlandığı dinini günlük hayatın basit meselelerine karıştırmak istemediğinin ve bunu tarihte bir çok kereler ortaya koymuş olduğunun farkındaydı ve o doğrultuda da hareket etmiştir.
Devletçilik: tik bakışta ekonomik bir kavram olarak görünen devletçilik sadece bu sahada değil, aynı zamanda Türk tarihine uygun bir şekilde sosyal ve kültürel kalkınmanın özelliklerini de gösteren politik bir uygulamadır. Bu uygulama ile Atatürk, Cumhuriyet yönetimini güçlendirip, milleti kısa sürede kalkındırarak çağdaş medenîyet seviyesine çıkarmak için izlenecek yolu çizmiş bulunmaktadır. Böylelikle ekonomik kalkınma ile ondan güç alan sosyal ve kültürel kalkınma arasındaki bağın önemi de ortaya konulmuş olmaktadır.
Sanayi inkılâbıyla ortaya çıkan gelişmelere ayak uyduramadığı için bazı Avrupa devletlerinin pazarı haline gelen Osmanlı devletinde, yetişmiş insan gücü olmadığı gibi bilgi ve sermaye gücü de yoktu. Ayrıca üretici nüfus cephelerde erirken salgın hastalıklar da halkı perişan etmişti. İşte bu şartlar altında adeta sömürge tipi geri kalmış bir ülke görünümünde olan Türkiye’de “millî ekonomi” esasına dayanan devletçilik ilkesinin uygulaması gerekli görülmüştür. Böylelikle, ülkemizin başkalarının pazarı olmaktan çıkarılması ve yeni kapitülasyon sistemlerinden kaçınabilmek için millî kaynakları değerlendirerek güçlü ve modern bir devlet haline gelme hususu hayati bir mesele olarak ele alınmış oluyordu.
Atatürk’e göre, “siyasî ve askeri zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, ekonomik zaferlerle süslendirilip kuvvetlendirilmezler ise kazanılan zaferlerin yaşamasına ve ayakta durmasına imkan yoktur. O sebeple “ekonomik bakımdan zayıf bir millet fakirlik ve sefaletten kurtulamaz, kuvvetli bir uygarlığa, refah ve mutluluğa kavuşamaz, sosyal ve siyasi felaketlerden yakasını kurtaramaz” onun için “ülkemizin yönetimindeki başarı ekonomik alandaki başarının ölçüsüyle orantılı olacaktır.” Zira “tarihimizi dolduran bunca muvaffakiyetler zaferler veyahut mağlubiyetler iktisadi durumumuzla yakından ilgilidir. Yeni Türkiye’mizi lâyık olduğu medeni seviyeye, ulaştırmak için zaman geçirmeden iktisadiyatımıza birinci derecede önem vermek mecburiyetindeyiz.” Onun için devletçilik ilkesi en belirgin şekilde iktisadî sahada kendisini göstermiştir.
Atatürk’ün öngördüğü devletçilik uygulamasında “istiklâlin temeli iktisattır.” Onun için, “millî hakimiyet iktisadî hakimiyetle pekiştirilmelidir.” Bunu gerçekleştirirken hiçbir şekilde demokratik teamüllerden ayrılmamak esastır. Dolayısıyla, iktisadî sahada devlet, fertlerin başaramadığı işleri plânlı bir şekilde yapmakla mükelleftir. Devlet öncü görevi üstlenirken özel mülkiyet ile şahsî teşebbüs ve çalışmayı tanımakta, kendisine belirli bir düzenleyici rol biçmektedir. Bu noktayı Atatürk, “bizim takip ettiğimiz devletçilik ferdi mesai ve faaliyeti esas tutmakla birlikte, mümkün olduğu kadar az zaman içinde, milleti refaha ve mamuriyete eriştirmek için milletin umumi ve yüksek menfaatlerin icap ettiği işlere - bilhassa iktisadi sahada - devleti filen alakadar etmektir.” sözleriyle ifade eder.
İnkılâpçılık; Atatürk; “Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymuş olmaktır” şeklinde tanımladığı Türk inkılâbının gayesini de, “yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri ve bütün mana ve şekilleriyle medeni bir heyet-i içtimaiye haline is’al etmektir. İnkılâplarımızın umde-i asliyesi budur” sözleriyle açıklamaktadır.
Atatürk’ün inkılâp anlayışında milletin en yüksek medeni ihtiyaçlara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri kurup, sadece savunmayı değil bunları daha da geliştirecek, her zaman çağın icaplarına uygun bir halde tutacak şartların oluşturulması da gerekli görülmüştür. Bu noktada inkılâpçılık ilkesi, devamlı değişen cemiyet hayatında ortaya çıkan ihtiyaçların giderilmesi böylelikle de kurucu ve yapıcı bir zihniyetle yeni ilerleme ve gelişmelere imkan hazırlayan, hatta diğer ilkeleri de içine alan bir umumî ve ana ilke olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca, Türk inkılâbının millet ve milliyete dönüş, çağdaş düşünce ve medeniyete yöneliş biçiminde yorumladığımız niteliğinin katı, durağan ve değişmez kalıplar arasında sıkışıp kalmasını engelleyerek ilmin ve medeniyetin yeniliklerine, ilerlemelerine açık bir duruma gelmesini sağlayan inkılâpçılık, bu özelliğiyle de Atatürk ilkelerinin ilmi yönünü ortaya koyan bir ilke olmaktadır.
“Medenîyet yolunda basan yenileşmeye bağlıdır” diyen Atatürk, Türk inkılâbıyla tesis ettiği düzeni, şartların gerektirdiği ve devamlı bir şekilde ileri ölçülerde değişmeye açık tutmuştur. “Bu koyduğumuz prensipler, bu günün icaplarına göre milletimizin medeniyet yolunda gelişmesi için faydalı bulduklarımızdır. Ancak sosyal bünye daima gelişen ve tekamüle yönelmesi zaruri olan bir durumdadır, ilim ve teknik ise her an yeniliklere, icatlara açıktır, işe bu durum karşısında insanların istek ve ihtiyaçları hem maddî, hem manevî sahada daima çoğalan bir şekilde gelişir.
Tarihin seyri içinde hiç bir prensip dogmatik bünyesini muhafaza edemez. Onun için Türk milleti yaşadığı çağın medeniyet seviyesinin icaplarını yerine getirmek mecburiyetindedir.
Bu inkılâpçılık prensibine bağlı oldukça Türk topluluğu medeniyet aleminde geri kalmama yolunu bulacaktır. Ancak bunda da göz önünde tutulacak nokta, millî bütünlüğümüz ve millî menfaatlerimizi en titiz bir itina ile muhafazadır” sözleriyle izah etmek istediği budur. Yalnız, henüz yeni kurulan ve gelişme halinde bulunan bir devlet için devamlı yenileşmeye bağlılık, bunu bir ilke haline getirme önemli bir husustur. Bilindiği gibi kültürler dinamik bir yapıya sahiptir. Ancak Atatürk zamanındaki kültür antropolojisi ve etnoloji alanındaki çalışmalar ilerlemediğinden, bu durumu tespit etmeleri ve “yeni ihtiyaçların, topluma yeni bir düzen getireceği, bunun için de tarihî ve sosyal gelişmeler doğrultusunda toplumun ihtiyaçlarını kurallar koyarak, düzen kurarak karşılamak gerektiğini ortaya koymaları mümkün olmamıştır.” Atatürk tarafından tespit edilerek bir ilke haline getirilmesinden sonra inkılâpçılık, kültür antropolojisi veya etnoloji de “bir kültür değişmesi süreci”yle birlikte kullanılmaya başlanmıştır. Ama, bu husus bazı ülkelerde, bilhassa Latin Amerika ülkelerinde uygulama alanı bulan sürekli ihtilalcilikle karıştırılmamalıdır.
Atatürk, Türk inkılâbının ortaya koyduğu değerlerin, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmada bir mertebe, bir vasıta olarak düşünülmesini, böylelikle de toplumun bunalmışız kargaşasız bir şekilde ve devamlı ilerleyebilecek bir yapıya kavuşmasını sağlamıştır. Burada önemle göz önüne aldığı husus medeniyet aleminde geri kalmama yolunu bulan Türk milletinin millî bütünlüğü ve millî menfaatlerini en titiz bir şekilde, itina ile muhafaza etmesinin şart olduğudur.
Baştan beri izah edilmeye çalışıldığı üzere Atatürkçü Düşünce Sistemi bir kimlik arayışının değil, mevcut bir kimliğin tekrar tescilinin, yani bir yabancının tespitiyle “Türkün yeniden Türkleştirilmesi”nin ifadesidir. Hal böyle iken, halihazırda en büyük meselelerden birisi Atatürk ve düşüncelerinin her seviyede istismar edilmesidir. Bu noktada Atatürk’ün, hiçbir zaman beceriksiz politikacı, yeteneksiz bürokrat, hırsız işadamı, yozlaşmış aydın, kabiliyetinin çok üstünde beklentileri olan hırslı memur vs. gibilerin arkasına sığındığı bir kavram haline getirilmesine fırsat verilmemelidir. Ayrıca, onun düşünceleri sadece ihtiyaç duyduğumuzda ve işimize geldiğinde söz konusu edilmekten kurtarılmalıdır. Bir başka deyişle anayasamızda yer almış, devletin unsurları, nitelikleri olarak değerlendirilmiş ve bir kısmı halen devlet politikalarına esas teşkil etmekte olan bu düşüncelerin taviz verilmeden, aşındırılmadan uygulanması gerekmektedir. O zaman Türkiye’de çözülemeyecek hiç bir problem kalmayacaktır.
Atatürk’ün bir de insan ve toplumu bütünüyle kavrayan ilkeleri vardır. Bunlardan,
İlmin ve aklın rehberliği,
İnsana ve insan haysiyetine saygı ile hoşgörü,
Yurtta ve dünyada barış,
Tarihimizden kaynaklanan hürriyet ve istiklâl düşüncesi,
Toplumu çağdaşlaştırma ve her bakımdan yüceltme,
Ülkemiz ve insanımızın kendisine mahsus gerçeklerine saygı,
gibi önemli ilkeler büyük ölçüde devlet ve cemiyet hayatına mal edilmiş, çağdaş medeniyet seviyesinin en ön saflarına ulaşmada önemli adımlar atılmıştır. Ancak, burada önemle üzerinde durulması gereken nokta varılmak istenilen çağdaş medeniyet seviyesinin, yani hedefin hareket halinde ve değişken oluşudur. Bir başka deyişle çağdaş medeniyet seviyesi bir noktada sabit olmayıp, sürekli gelişme halindedir. Ayrıca o seviyeye ulaşmak da, tam olarak çağı yakalamak manasına gelmez. Onun için sürekli gelişmek ve ulaşılan yeri koruyarak ilerlemek gerekir. Zira, çağdaş medeniyet, yapısı gereği yeni gelişmelerle yoluna devam etmektedir.
Günümüzde, Atatürkçü Düşünce Sistemi ile en üst düzeydeki medeniyet seviyesi arasında doğrudan bir bağ tesis edebilmek için bir an evvel;
Tarihî birikimimize uygun bir temelde insana ve insan kişiliğine değer vermeye, İnsanımızın hür ve şerefli bir şekilde yaşaması idealinden hareketle milli duyguları zedeleyen, toplumun dayanma ve dayanışma gücünü zayıflatan her türlü akımdan kaçınmaya, Dengeli ve adaletli bir toplum ülküsünü gerçekleştirmeye,
Her türlü kavgadan uzak, sosyal adaleti gerçekleştirmiş bir devlet meydana getirmeye,
Yayılmacı, ütopik amaçlar peşinde koşmadan, milli sınırlarımız içerisinde, kendi kuvvetlerimizle varlığımızı koruyarak milletin mutluluğuna çalışmaya,
Dünyadan medenî ve insanî muamele ile karşılıklı dostluk beklemek şeklinde tezahür edecek bir millî siyaseti devlet hayatına hakim kılmaya,
Toplum olarak sosyal, ekonomik, kültürel ve manevi kalkınmayı gerçekleştirerek geri kalmışlık çilesini bir an evvel bitirmek gayesiyle millî dinamizmi bir an evvel yaratmaya,
Toplumun herhangi bir sınıf veya zümresine dayanmadan, devlet ve cemiyet hayatını bütünüyle içine alıp yeniden düzenlemeye,
Her türlü taklitçilik ile kendi özbenliğimize ters düşen hareketlerden uzak kalmaya, Çalışılmalıdır. Bu yalnız bizim için değil, gelecek kuşakların mutluluğu için de gereklidir. Aksi halde toplumumuz için olumlu işler göremez, halihazırda sürmekte olan kriz ortamının sorumlularının yaptığı gibi bocalamalar içerisinde boğulur gideriz. Tam ve şuurlu Türk aydını Atatürkçü Düşünce Sisteminin ortaya çıkışı ve gelişmesini iyi tanırsa, halihazırda mevcut ve geleceğe ait pek çok meselenin çözüm yolunu da bu sistem içerisinde bulacaktır.
Sonuç olarak, yakın tarihte Türk toplumu, Mustafa Kemal’in gösterdiği müsbet yolda yürüyerek kısa sürede güçlenmek ve tekrar medenî bir millet haline gelmek kararlılığını göstermiştir. Bugün bize düşen görev, O’nun işaret ettiği aydınlık ve müsbet yoldan sapmadan, birlik ve bütünlük içerisinde bir an evvel toplumu çağdaş medeniyet seviyesinin en ön saflarına taşımaktır. Böylelikle ihtiyaçlarımız çağın gerektirdiği şekilde karşılanırken, Türkiye’nin değişen şartlarını da isabetli bir şekilde yorumlamak mümkün olabilir.
NOT: Bu konferans, 11 Kasım 2002 Tarihinde Atatürk Araştırma Merkezi Adına Bingöl’de verilmiştir.
----------------------
* İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi -
- ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 54, Cilt: XVIII, Kasım 2002