Online Roman Deli Mucit Doğuyor I.macera

okaner

Üye
Üye
Katılım
8 Nis 2009
Mesajlar
7
Puanları
1
Konum
Kütahya
1.BÖLÜM
DELİ MUCİT DOĞUYOR




Yıl 1955 Eylül Ayı, İstanbul’un ara mahallelerinde bir evde doğum sancıları çeken bir kadın vardı. Doğumun gerçekleştirilmesi için eve ebe çağrılmıştı. Ebe ilk muayeneden sonra; “ Ben bu doğumu yaptıramam. Hastaneye kaldırılması lazım.” Dedi. Kadın gözleri ile neden diye soruyordu. Ebe cevap vermedi. Biraz sonra taksi çağrıldı. Hamile kadın tek başına arabaya bindi ve hastanenin yolunu tuttu.

Kadının halinden çok ağrısı olduğu belli oluyordu. Taksi şoförü “Hanım Abla az sabret seni hemen yetiştirim” dedi. Hastanenin önünde acı bir fren sesi gecenin sessizliğini bozdu. Taksi şoförü büyük bir telaşla hastaneye koştu. Oradaki görevlilere seslendi.”Arabada doğum sancıları çeken bir bayan var lütfen yardım edin.” Hasta bakıcılar sedyeyi alıp koşarak dışarı çıktılar. Arabadan kadını alarak Doğumhaneye götürdüler, az sonra kadın doğum mütehassısı da geldi. Muayene ettikten sonra kadını görmeyeceği şekilde arkasına döndü ve ebelere “Çok riskli bir doğum olacak, Arh negatif kan getirin. Kadını da bebeği de kaybedebiliriz.” Dedi. Kadının konuşmalardan haberi yoktu. Doktor “Haydi Bismillah!” deyip doğumla ilgili operasyona başladı.



…………….

Doğum çok zor oluyordu. Sürekli kan veriliyordu. Doktor hayatında telaffuz etmediği kadar “Aman Allah’ım. Olamaz. Olamaz.” Diyordu. Ebelerin hepsi ne yapacaklarını bilemez haldeydiler. Doğum sancıları artan anne ağrılarından kurtulup, yavrusunu kucağına almayı büyük bir sabırsızlıkla bekliyordu. Ancak zaman ilerliyor. Kaslar yoruluyor. Doktor bitkin bir halde “Ha gayret kızım. Ha gayret!” diyor, ebeler kadıncağızın başında sürekli terini siliyor. Ancak doğum bir türlü gerçekleşmiyordu.

Ve beklenen o mutlu an geldi. Doğum hanenin o soğuk kasvetli mekânında bir bebeğin dünyaya merhaba diyen çığlıkları yankılanıyordu. Doktor hayretler içinde bebeğe bakıyordu. Bir anda tüm dikkatlerini anneye çevirdi. Telaş içindeydi. “Kan verin, tampon yapın, kan verin.” diye olanca gücüyle bağırıyor. Solup giden kadıncağıza yardım edememenin büyük çaresizliği içinde bir oraya bir buraya koşturuyordu. Doğumhane de panik havası vardı. Terlik sesleri, koşuşturma ve çaresizlik… Bir hayat başlarken bir diğerinin dünyaya vedası beraber yaşanıyordu.

Taksici dışarıda doğum sonunu bekliyor. Umutla “İnşallah kadıncağız ve bebeği kurtulur” diye dualar ediyordu.

……………….


Bebeğin ağlamaları ve telaş arasında kalan hastane görevlileri kadıncağızın moraran dudakları ve kanı çekilen vücuduna hayat verebilmek için hummalı bir uğraşa girişmişlerdi. Ancak her geçen saniye aleyhlerine gelişiyordu. Bir insanı göz göre göre Azrail’e bırakmanın çaresizliği içindeydiler.

Kadın son bir can belirtisiyle yavrusunu işaret etti. Parmakları halsiz bir şekilde yavrusuna doğru uzandı. Doktor ebelere “ Kucağına almak istiyor. Bebeği kucağına verin.” dedi. Çocuk kadının kucağına doğru yatırıldı. Elleri ile yavrusunu kucaklamak için bütün gayretini sarf ediyordu. Yüzünde kısa bir tebessüm belirdi. Dudaklarında ise “Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Abduhu ve resulüh” kelimeleri bir çırpıda döküldü. Kafası yavaşça yana doğru kaydı.

Bebek o anda ağlamayı bıraktı. Koca koca gözlerini dünyaya açtı. Etrafına meraklı bakışlarla bakmaya başladı. Bir hayatın dünyaya “Elveda” deyişi ve yeni bir hayatın dünyaya “merhaba” deyişi aynı anda oluyordu.

Doktor; “Hastamızı kaybettik. Bebeği yoğun bakıma alın. Bebeğin kafasını ölçün. Çok büyük. Normalin oldukça üstünde. Vücut boyutları orantısız. Yaşamama riski yüksek. Dikkat edin. Bebeği de kaybetmeyelim.” Dedi.
………………

Doktor lavaboda ellerini yıkarken derin düşünceler dalmıştı. “Kader-i mutlak karşısında, insan aciz kalıyor. Kadıncağız yavrusunu görmek ve ona sarılmak için hayat doluydu. Ancak ecel buna sadece birkaç saniye müsaade etti.” Bu düşünceler içinde iken ebelerden birisi “Doktor Bey annenin ölüm nedenini ne diye rapora yazalım?”

Doktor, “Hım… Evet. Şey yazarsınız. Bebeğin kafasının normale göre üç kat daha büyük olması netice kan kaybından diye yazarsınız.” Doktor kapıya doğru yöneldi. Sonra tekrar ebelere dönerek, “Hatice Hanım başka anormal vaka yoksa ben odama gidiyorum. Biraz istirahat edeceğim. Bu arada hizmetli Hüseyin Efendiye haber salın derhal yanıma gelsin!”



Ebe Hatice “Peki doktor bey, biz haber veririz.” Dedi. Ebeler doktorun gitmesini müteakip bebeği kucakladılar. Rukiye Ebe, “Aaa. Gözleri ne kadar güzel. Ancak ne kafa var be! Kafa 2 karış, vücut bir karış! Ha! hah!ha!” , Hatice Ebe “Sus kız ben anneannemden duymuştum. Bir şeyi ayıplar ya da kınarsan. Allah c.c. onu senin başına da verirmiş.” Rukiye Ebe, “Yapma kız! Aman Allah korusun. Bu kafa insanı öldürür be!” , Hatice Ebe, “Başkasına gülüp ayıplamamak içi okunacak duayı okuyalım. Hafazan Allah daha genciz başımıza gelir de “Elhamdü lillâhillezii aafânii mimmebtelâake bihii ve faddalenii alâ kesiyrin mimmen haleka tafdiila.” Ben okudum sen de oku.”



Rukiye Ebe “Sen onu bana yaz da ben de okuyayım.” Dedi.

Rukiye Ebe, “Bu arada bebeğe ne isim koyacağız?”

Hatice Ebe, “Bırak onu da başkaları düşünsün. Bizim asli görevimiz bebeği yaşatmak şekerim.” Dedi.



Bu arada Hizmetli Hüseyin Efendi geldi. “Kızlar beni mi çağırdınız?”

Hatice Ebe, “Çağırmadık ama çağıracaktık. Önce bu kadıncağızı morga taşı sonra da Dr. Nazmi Bey acil beni görsün. Dedi. Onun yanına gideceksin.”



Hüseyin Efendi, “Hayırdır kızlar neden beni çağırdı. Özlemiş mi?”

Hatice Ebe, “Lüzumsuzluk yapmasan ölürsün. Senin neyini özleyecek, fırıldak efendi.”

Dedi ve Hüseyin Efendinin cevap vermesini beklemeden bebeği d alarak yoğun bakıma doğru hızla hareket etti.

Hüseyin Efendinin lafları ağzında kalmıştı. Homurdanarak cansız yatan hastayı sedyeye alıp morga doğru hareket etti.



…………….





2.BÖLÜM

DELİ MUCİT’İN AKRABALARI ARANIYOR



Hüseyin Efendi, üzerinde Uzm.Dr. Nazmi KADIOĞLU yazan kapının önünde durdu. Kapıya üç kez kapıya eliyle vurdu. İçeride “Geeel!” sesini duyunca kapıyı açtı ve Dr. Nazmi Bey’e “Beni emretmişsiniz?” dedi.

Dr.Nazmi Bey, “Bu pusulayı al!, Bugün hayatını kaybeden kadının ailesi sor soruştur. Bebeği teslim edeceğimiz bir akrabası var mı bul.”

Hüseyin Efendi kâğıdı aldı mırıldanarak, “Niye ben!” dedi. Bunu duyan Dr.Nazmi Bey “Bu işi en iyi kıvıracak, kıvrak zekâ sende var da ondan. İtiraz istemiyorum. Acilin önünde bekleyen taksiciden sormaya başlayabilirsin.” Bu çok sert konuşma karşısında Hüseyin Efendi telaşlı bir ifadeyle, “Ta.. Tamam Doktor Bey. Ben gerekeni yaparım.” Dedi.

Ve kapıdan çıktı. Derhal taksiciyi buldu. Kadını nerden arabasına aldığını sordu. Adresi iyice yazdırdı. Krokiler çizdi.

“Tamam kardeş haydi sen git!. Ben yarın gün gözüyle araştırım. Zaten karakola da gitmem gerekecek.” Dedi.

Kadının öldüğünü öğrenen taksi şoförü çok üzülmüştü. Mırıldana mırıldana arabasına binip, gecenin karanlığına karıştı.







Sabah erkenden Hüseyin Efendi taksi şoföründen aldığı adresi aramaya koyuldu. Mahalleyi ve sokağı buldu. Şoförün tarif ettiği iki katlı ahşap evi eli ile koymuş gibi bulmuştu. Evin kapısını uzun uzun çaldı. Kapıyı açan olmamıştı. Meraklı hareketleri yandaki komşuların dikkatini çekmiş olacak ki; evin hemen yanındaki komşunun penceresi açıldı. Başı beyaz bir dane ile kapalı 65-70 yaşlarında nur yüzlü bir kadın “Oğlum kime baktın?” diye sordu.



Hüseyin Efendi, “Hacı teyze ben Vakıf Gureba Hastanesinde görevliyim. Dün gece bu evden hamile bir bayan hastanemize gelmişti. Kadıncağız vefat etti de kim olduğunu araştırmaya geldim.” Yaşlı kadın, “Vah vah! Pek de gençti oğul. Allah c.c. taksiratını af etsin. Bebek ne oldu?”



Hüseyin Efendi, “Bebek yaşıyor, kadının kocası kim, akrabaları var mı? Onları öğrenmeye geldim.”



Yaşlı kadın, “Oğul, kadın tek yaşıyordu. Adı Ayşe MUCİT idi. Kocasını bir defa gördüm. O da bu eve taşındıklarında. Bir daha hiç gelmedi. Kadın kocasından pek bahsetmezdi. Sorulunca kaçamak cevap verirdi. Kocasının adını biz bilmiyoruz. Hiç söylemedi.”



Hüseyin Efendi, “Gelip giden akrabaları var mıydı? Hani çocuğu teslim edebilmek için?”



Yaşlı kadın, “Hiç geleni olmadı. Sanki birilerinden saklanıyor gibiydi oğul! Haa… Bu arada onların evini sürekli gizemli bazı insanlar gözetler dururdu. Kadına sorduğumuzda kaçamak cevaplar ile geçiştirirdi. Benim bildiklerim sadece bu kadar.”

Hüseyin Efendi, “Tamam Hacı teyze sağ olasın, çok faydalı oldun. Ben karakola gideceğim. Kapıyı açtırıp bir bakalım nüfus varakası filan var mı?” dedi ve Hüseyin Efendi karakolun yolunu tuttu.



Karakol fazla uzak değildi. Hüseyin Efendi Komiser Mustafa Bey’in odasına kapıyı tıklatarak girdi. Komiser Mustafa Bey orta yaşlarda ince yüzlü, dudaklarına kadar beyaz bıyıkları olan ve şakakları ağarmış, çatık kaşlı birisiydi. Hüseyin Efendi Komisere elindeki Dr. Nazmi KADIOĞLU imzalı pusulayı uzattı.
Komiser pusulayı okuduktan sonra, “Bizden nasıl bir yardım istiyorsunuz?” dedi.

Hüseyin Efendi, “Kadının ölümünü ailesine bildirmemiz ve bebeği akrabalarına teslim edebilmemiz için nüfus kayıtlarına ihtiyacımız var.”
Komiser, “İyi de bunları zaten biz yapacağız. Defin izni alınması için bu bilgiler zaten lazım. Siz bebeği teslim edecek akrabalarını mı araştırıyorsunuz?”

Hüseyin Efendi, “Sanırsam öyle, doktor bey git araştır dedi.”
Komiser, “Mürteza!, Necati!” yüksek sesle seslendi.
İki polis kapıyı tıklatıp içeri girdiler , “Buyurun komiserim.”
Komiser, “Bu arkadaş sizi bir eve götürecek, kapısını açıp içeri gireceksiniz. Ölen bir bayanın nüfus bilgileri lazım. Evde her gördüğünüzü zabıt altına alacaksınız. Şüpheli bir şey görürseniz dokunmayın bana haber verin.”
Polisler “ Emredersiniz!” dediler ve Hüseyin Efendi ile eve doğru yola çıktılar.
Hüseyin Efendinin aklına komiserin son sözü takılmıştı. “Allah, Allah. Şüpheli ne olacak ki!” diye düşünerek yollarlına devam ettiler. Az sonra evin önüne gelmişlerdi. Polisler öncelikle evin etrafında arama yaptılar. Kapının üstü ve kenarları ile merdivenin altını iyice araştırdılar. Daha sonra Polis Mürteza, “Buralarda yedek anahtar yok. Kapıyı zorlayalım. Haydi Necati bu iş senin uzmanlık alanın.” Polis Necati oldukça kısa bir işlemle kapıyı açtı.



Polisler ve Hüseyin Efendi evin içine girdiler. İki katlı bir evdi. Alt katta mutfak, banyo, tuvalet ve bir salon vardı. Evin sağ tarafında duvara bitişik ahşap bir merdiven bulunmaktaydı. Polisler alt katta bakmadık yer bırakmadılar. Polis Mürteza, “Bu katta ne nüfus cüzdanı ne de evlilik cüzdanı var! Yukarı bakalım.” Dedi. Üst kata çıktılar bu katta üç adet oda vardı. Odalardan bir tanesi yatak odasıydı. Diğer iki odayı da aradıktan sonra sıra yatak odasına geldi. Odada iki kişilik demir bir karyola, karyolanın hemen yanında ahşap bir beşik vardı. Beşiğin içini polisler araştırmaya başladılar. Beşiğin içinde yeni örülmüş boncuk mavi bir bebek hırkası, mavi iki çift bebek çorabı, bebeğin altını bağlamak için özenle katlanmış bezler vardı. Yatak odasının da her yerini didik didik arayan polisler, bir şey bulamamanın verdiği can sıkıntısı ile karyolanın üstüne oturmuşlar ve Mürteza, “Bu ne be! Bir evde ev sahibini anlatan hiç mi bir şey bulunmaz… Ben hiç anlam veremedim.” Polis Necati, “Çok ilginç! En azından bir fotoğraf olur, ne bileyim belki bir mektup!” Hüseyin Efendinin gözü duvarda asılı Ahşap çerçeveli aynaya takılmıştı. Aynanın çerçevesi pembe gül desenleri ile işlenmiş, aynanın sırrı yer yer bozulmuştu. Hüseyin Efendi Aynayı duvarda asılı olduğu çividen çıkardı. Ahşap duvara iyice baktı. Anormal bir durum görememişti. Eliyle duvara sert bir yumruk attı ve “Yuh be! Hiçbir şey yok!” diyerek odadan dışarı çıktı. Polis Necati, “Mürteza sende hissettin mi? Adam duvara vurunca ses yankı yaptı.” Polis Mürteza, “Eee… Ne olmuş?” Polis Necati biraz evvel Hüseyin Efendinin yumruk attığı yere geldi. Avuç içi ile duvar üzerinde elini gezdirmeye başladı. Az önce aynanın asılı olduğu çiviye gelince baş parmağı ile çiviyi yana doğru ittirdi. Çiviyi ittirmesi ile birlikte ince ve tiz bir ses duyuldu.

……………





Yıldırım hızı ile geçen bir metal parıltısı ile dona kalan Necati olduğu yerde kala kalmıştı. Saniyeler geçmedi ki çiviye dokunmak için uzanan sağ kolu kanlar içinde yere düştü. Kesilen kolundan duvara doğru oluk gibi kan fışkırıyordu. Boyun kısmında ince bir kan sızıntısı başlamıştı. Koca vücut bir süre sonra yana doğru düşütü. Düşmesi ile birlikte kafa vücuttan ayrılmıştı.

Polis Mürteza arkadaşının başına gelenleri anlamakta zorluk çekiyordu. Gözleri yuvasından çıkacak gibi büyümüş, olanlara bir anlam veremiyordu. Şok etkisinden Hüseyin Efendinin “O seste neydi öyle?” bağırışı ile kendine geldi. Eliyle Hüseyin Efendiye dur işareti yaptı. “Sakın yerinden kıpırdama bu ev tekin değil. Şuandan itibaren evde ne kadar koruma sistemi varsa devreye girmiş olmalı. Önce düşünelim. Yapacağımız en ufak hatayı hayatımızla ödeyebiliriz.” Dedi. Hüseyin Efendi Yatak odasının dışında idi. Kafasını uzatarak içeriye baktı. Gördüğü manzara dehşet vericiydi. Hüseyin Efendi paniklemişti. “Allah’ım nereden geldim ben buraya. Neye çattık yaa!!!” diye durmadan bağırıyordu. Mürtezanın iyi bir eğitim aldığı her halinden belli oluyordu. Şaşkınlığını atmış kriz durumunda ne yapılır moduna geçmişti. Hüseyin Efendi’ye “Dur be adam! Sakin olmalıyız. Bu evden sağ bir şekilde nasıl çıkarız onu tasarlamalıyız. Ben sana yürü demeden sakın kıpırdama. Her yerde bubi tuzakları olabilir.” Dedi.





…..





Hüseyin Efendi bir yerde cansız yatan Polis Necati’ye bir de duvarda dimdik duran kılıca bakıyordu. Şaşkınlığını biraz üstünden atınca, Mürteza’ya “Bu kılıç oraya nasıl yerleştirilmiş? Çivi ile nasıl bir bağlantısı var?” diye sordu.

Polis Mürteza, “Bilmiyorum. Lakin bu düzeneği kuran insan burada bir şeyler saklıyor olmalı! Ve o kılıç tek değil. Her yerde devamı olmalı. Bana öyle geliyor ki şuan itibarı ile atacağımız her adım bir başka tuzağı tetikleyecek!”

Hüseyin Efendi, “O zaman ne yapmayı düşünüyorsun?”

Polis Mürteza, “Bilmiyorum. Senin yakın mesafende uzun bir sopa var mı?”

Hüseyin Efendi, sağına soluna bakındı, “Görünürde hiçbir şey yok.” Dedi.

Polis Mürteza, “Bir şeyler düşün. Buradan sağ çıkmanın bir yolunu bulmalıyız.”

Hüseyin Efendi, “Aklıma hiçbir şey gelmiyor. Ben şuan kitlendim. Fa… Fakat şu önündeki beşik yeni alınmış. O bir işe yarar mı?”

Polis Mürteza, “Ha! Aklınla bin yaşa! Doğru söylüyorsun. Onda bubi tuzağı olmayabilir.” Dedi ve önündeki beşiğe uzandı. Beşiği salladı. Sallaması ile birlikte zeminden bir çok dikey kılıç çıktı ve geri yuvalarına girdi. Hatta bir tanesi Polis Mürteza’nın iki ayağı arasından çıkmıştı.

Polis Mürteza, “Tahminim maalesef doğru çıktı. Buradan sağ çıkmak çok zor olacak. Şuan mayına basmış gibi olduk.”
Hüseyin Efendi, sürekli aynı kelimeleri tekrarlayıp durmaya başlamıştı. “Beni bu bataklığa sokanlara hakkımı helal etmiyorum. Biz ne için geldik ne ile karşılaştık. Burada öleceğiz. İmdaaat!”



Polis Mürteza, “Sus be adam! Demoralize olmamalıyız. Sakin olmalıyız. Bir kurtuluş yolu bulmalıyız.”

Uzun bir bekleyiş başladı, Hüseyin Efendi, yine ara ara sızlanmayı sürdürüyordu. Polis Mürteza’nın uyarısı ile tekrar kendine geliyor ancak bu uzun sürmüyordu. Beklemekten yorgun düşen Mürteza tehlikeli bir deneme yapmak istedi. Karyolaya beşiği hızla vurdurup çekti. Titreşimle zeninde bir çok kılıç hareket geçerken. Karyola da bu sistemin olmadığını fark etti.

Hüseyin Efendi, “Ne yapıyorsun be adam! Merdiven basmakları dahil her yerden kılıç çıkıyor. Öldürecek misin bizi?”



Polis Mürteza, “Bir kurtuluş yolu arıyorum. Zannedersem buldum. Ben beşiğin üstüne yatağı da koyacağım. Ve beşiğin üstüne çıkacağım. Sonra beşiği zeminde kaydırarak önce senin yanına geleceğim. Sen beni merdivenden aşağı yavaşça iteceksin.”

Hüseyin Efendi, “İyi merdivende de kılıçlar var. İlerleyemezsin.”

Polis Mürteza, “Düşündüğüm olursa ilerlerim. Sen dediğimi yap!” der ve yatağı katlayıp beşiğin içinden başlayıp dışarı doğru taşırır. Yatakla beraber elde ettiği yükseklik kılıçların çıkma mesafesini aşmıştır. Yatağın üstüne dikkatlice yerleşir.

“Hüseyin Efendi elini uzat ve beni çek!” der. Hüseyin Efendi Mürteza’yı elinden tutar ve çekmeye başlar. Tahta beşlik tahta zeminde kaymaya başlar. Ancak her harekette birkaç kılıç beşiğe batmakta, önünü kesmektedir. Mürtezanın Ağırlığı, kılıcların çok yukarı çıkmasını engellemektedir. Dur, yürü tekniği ile beşikle birlikte Mürteza merdivene kadar gelir.



Hüseyin Efendi, “Haydi ittir!” der.

Hüseyin Efendi, “Bu çok tehlikeli. Merdivenden tepetaklak aşağı düşebilirsin.” Der.

Mürteza, “Başka bir çare yok, karakol burayı bilmiyor. Burada beklemekten de ölebiliriz.”

Hüseyin Efendi, “Benden günah gitti.” Der ve beşiği yavaşça merdivenden aşağı ittirir.



…..



Beşiğin merdivenden aşağı hareketi hiç de hızlı başlamaz. Her basamakta çıkan kılıçlar beşiğin önünü kesmektedir. Beşiğin hareketi durunca harekete duyarlı kılıçlar tekrar yuvalarına girmekte ve beşik bir basamak daha kaymaktaydı. Beşiğin ilerlemesi çok yavaş olmaktaydı.

Bu sırada Hüseyin Efendi kendisinin olduğu yerde mahfuz kaldığı gerçeği ile yüzleşir. Ve “Be.. Ben ne olacağım. Ben buradan nasıl kurtulacağım.” der.

Polis Mürteza, “Daha ben kurtulmadım. Kapıya ulaşabilirsem. Ve sağ çıkabilirsem karakola gidip yardım getireceğim.” Der.

Beşik merdivende basamak basamak ilerliyordu. Ancak Mürteza’nın hesaba katmadığı bir tehlike vardı. Beşik merdiveni ortalayınca önde çıkan kılıçlar hızını keserken, beşiğin arkasında çıkan kılıçlar, ağırlık merkezinin de öne doğru kuvvet uygulamasından dolayı beşiği devirme yönünde arkayı kaldırdı. Mürteza bu beklemediği durum karşısında önce panikledi, sonra vücudunu beşiğin arka tarafına ittirdi. Elleri ile de duvardan destek almak istedi. İşte o anda olan oldu…



Mürteza’nın parmaklarının hemen önünden yıldırım hızıyla bir kılıç geçti. Bu manzara karşısında Mürteza iyice şok olmuştu. Ellerini ani bir refleks ile duvardan çekti. Ağırlığını beşiği arka tarafına doğru vererek öne doğru devrilmeyi önlemişti. Merdiven basamakları bitmek bilmiyordu. Bu esnada Hüseyin Efendi Avazı çıktığı kadar bağırıyor, “İmdat!, Yardım ediiin!” diye sürekli bağırıyor. Arada bir “Nereden bulaştım. Nereden geldim buraya!” diye sızlanıyordu.

Sonunda Mürteza, merdivenin sonuna gelmişti, Beşikten indi. Kapının önündeydi. Kurtuluşa çok kısa bir mesafe kalmıştı. Ancak o kapıya doğru yürümüyor bekliyordu. Bu bekleyiş biraz uzun sürünce Hüseyin Efendi, “Beni buradan kurtar! Beni burada bırakıp gitme!” diye seslendi. Mürteza “Dur be adam! Ben daha kurtulmadım. Bu kapıdan bir sağ çıkabilsem derhal karakola gidip destek alıp geleceğim.” Hüseyin Efendi, “Eee. Ne beklersin o zaman. Haydi çabuk koş ve yardım getir!”

Mürteza, “Ya… Sen ne kadar boş konuşuyorsun. Bu kadar geniş bir eşik olan bir yerde tuzak da vardır. Onu düşünüyorum.” Dedi.





Mürteza kapıdan sağ çıkmanın yollarını ararken Hüseyin Efendi, “Önce beşiği dışarı uzatmayı dene!” dedi.

Mürteza, “Ha şöyle! Aklınla bin yaşa! Bunu ben akıl edememiştim.”

Mürteza beşiğin için iyice sıkışmış yatağı çekti çıkardı. Bu esnada yatağın bir ucu eşiğin üzerine gelmişti. Kapının üst kısmında çelik bir levha ani bir hızla eşiğe doğru indi ve geri yuvasına çıktı. Yatağın eğişin üstüne gelen kısmı anında kesmişti.

Mürteza ve Hüseyin Efendi, bozuk bir plak gibi “Aman Allah’ım! Aman Allah’ım!” demeye başlamışlardı. Mürteza, “Bu nasıl bir ev! Bu kadar tuzak, düzenek nasıl kurulur. Ve neden kurulur. Bir kadını korumak için değil herhalde. Anlam veremiyorum. Resmen kapıya giyotin monte edilmiş.”

Hüseyin Efendi, “Dr. Nazmi Bey! Beni yaktın! Beni ölüme yolladın! Bize ne elin öksüzünden! Korkudan kanım çekiliyor beniiim!” diye sızlanmaya başlamıştı.



Mürteza, “Allah’ım yardım et şu kapıdan bir çıkayım, bir çıkayım.” Umutsuzluk kaplamıştı ikisini de, korku sağlıklı düşünmelerini engelliyor, yeni fikir üretemiyorlardı.

Panik havası bir süre devam etti. Polis Mürteza kapıyı nasıl açacağını düşünüyordu. “Eşikte tuzak mekanizması varsa, kapının kolunda da vardır. Kolu açmak için beşikten tahta çıkarmalıyım.” Dedi ve beşiğin oyma desenli tahtalarından bir tanesini uzun bir uğraş sonucu çıkarmaya muaffak oldu. Tahtayı kapı kolunun üst tarafından manivela gibi dikkatlice taktı. Elini eşik mesafesinin dışında tutmaya özen gösterdi ve tahtanın uzun kolunu aşağı doğru ittirdi. Tahmininde yanılmamıştı. Giyotin hızlı bir şekilde aşağı indi. Tahtayı kağıt keser gibi kesti attı. Kapı kolu aşağı doğru inmişti lakin kapının açılmasına yetmedi. Kapı açılmamıştı.

Polis Mürteza, “Yanılmamışım. Sistemi tetikledi. Tahta ile olmayacak beşiğin alt kısmında 8 lik demir çubuklar gördüm. Bir de onunla deneyeyim” diye düşündü ve 8 mm’lik demir çubuklardan bir tanesini çıkardı. Bu sever manivela işini demir çubukla denedi yine giyotin hızlı bir şekilde indi. Demir çubuk tahta gibi kesilmemiş giyotinin vurduğu yerden eğilmişti. İşin sevindirici tarafı bu sefer kapı açılmıştı. Artık özgürlüğe engel olarak 1,5 adımlık bir kapı eşiği kalmıştı.

Hüseyin Efendi, “Yaşasın! Kapı açıldı!. Eşiğe sakın basma! Önce beşiği eşiğe değdirmeden kapıdan dışarı at! Giyotin inmezse kurtuluş yolu gözüktü demektir.”

Polis Mürteza, “Haklısın!” dedi. Ve Beşiği kucaklayıp fırlattı. Kapıya dokunmadan karşıya geçen beşik giyotini tetiklememişti. Mürteza’nın yüzü korkuyla karışık gülüyordu. Vücudunu yay gibi gerdi ve “Ya Allah!” diyerek kendisinin kapıdan dışarı attı. O kadar hızlı atlamıştı ki, yerde birkaç takla attı. Kurtulduğuna tarif edilemez bir şekilde seviniyordu. “Çok şükür Allah’ım. Evden çıktım. Hemen karakola gidip durumu rapor etmeliyim. Hüseyin Efendi beni bekle hemen yardım getireceğim.” Dedi.

Hüseyin Efendi, “Beni burada ölüme terk etme. Evde beni bekleyen 9 çocuk var kardaş!”

Polis Mürteza, “Türk polisi söz verdi mi sözünü tutar. Sabırlı ol!. Ben komisere durumu anlatacağım.” Dedi ve koşarak karakolun yolunu tuttu. Yüzünde mutluluk gülüşü vardı.

Karakola yaklaşmıştı. Merdivenlere doğru yöneldi. Bir iki derken, sol ayağında bir uyuşma olduğunu fark etti. Son basamağı da çıkmıştı ki…

……………..

Mürteza sol bacağının tamamen keçeleştiğini, hissetti. Sol bacağı tutmadığı için sol tarafına istem dışı düştü. Karakol kapısında nöbet tutan polise, “Çabuk komiseri çağır! Acele et!” dedi. Kapıdaki polis, arkadaşının durumunu görünce paniklemiş, önce Mürteza’ya yardıma yeltenmiş, Mürteza’nın “Çabuk komiseri çağır!” diye ikazı üzerine koşarak karakola dalmış ve komiseri çağırmaya koşmuştu. Mürteza bu arada sol bacağında pantolonun paçasını sıyırınca, bileğinin hemen üstünde ince bir sıyrık görmüş, “Eyvah, merdivende dengemi sağlayayım derken kılıç sıyırmış ve sanırsam kılıçlar zehirliymiş. Allah’ım sana sığındım.” Diye içinden geçirdi . Bu esnada Komiser yanına gelmişti. “Oğlum Mürteza ne oldu. Necati nerde?” diye sordu. Mürteza olan biteni komisere bir çırpıda anlattı. Komiser diğer polislere, “Çabuk Mürteza’yı hastaneye kaldırın. Santral! Başhekimi ara. Ağır b ir zehirlenme vakası var diye söyle. Daha sonra da bana Savcı Bey’i bağla” diye başlarına üşüşmüş polis ve santral memuruna talimatlar yağdırdı.

Karakol bir anda ana baba gününe dönmüştü. Kısa bir panik havası esti. Karakolun önündeki araçlardan birisine bindirilen Mürteza son sürat hastaneye kaldırılırken komiser durumu savcıya rapor edip, aşağı geldi. 4 polis memurunu yanına da alarak Mürteza’nın tarif ettiği adrese doğru yola çıktı. Olay mahalline savcı da gelmişti. Hüseyin Efendi, polisleri görünce çok sevinmişti.




…………



Komiser, açık kapıdan içeri doğru seslendi, “Hüseyin Efendi! Durumun nasıl?”

Hüseyin Efendi, “Bacaklarım ayakta durmaktan vücudumu taşımaz hale geldi. Ne olur kurtarın beni komiserim.” Dedi.

Komiser, “Sabret! Seni oradan sağ oradan çıkaracağız.” Dedi ve polislere kılıç sistemini devre dışı bırakacak bir düzenek aramaları için evin etrafını araştırmalarını söyledi. Bir süre arama yapan polisler, düzenek bulamadıklarını bildirdiler. Bunun üzerine savcı Ali Kemal Bey, “Komiserim biraz acele etmekte fayda var. Adamın gücü tükenmeden dışarı almalısınız.” Dedi. Polislerin evin etrafındaki hareketi mahalleliyi de olay yerine çekmişti. Kalabalık giderek artıyordu. Mustafa komiser, Mürteza’nın anlattıkları kelime kelime savcıya anlatırken, anlatılanlara kulak misafiri olan mahalle sakinlerinden Makine Mühendisi Kazım Bey, kendini tanıttı ve yardımcı olabileceğini söyledi. Savcı “Olur! Yardıma ihtiyacımız var. Bize teknik olarak fikirlerinle destek olabilirsin.” Dedi. Daha sonra savcı meraklı kalabalığın olay mahallinden uzaklaştırılmasını istedi. Makine mühendisi “Öncelikle kapıdaki giyotini devre dışı bırakmalıyız.” Dedi. Komiser Mustafa Bey bunun nasıl olacağını sordu. Mühendis, şerit meresini çıkararak kapının yüksekliğini ölçtü ve, “Öncelikle “190 cm boyunda en az 100 mmlik bir U yada I demiri bulun.”dedi. “Ayrıca içerideki kılıçları kırmak yada kesmek için demir makasına ihtiyaç var.” Dedi. İstenenler araçla getirildi. U demiri giyotinin konacağı yeri tam tespit için birkaç defa eşiğe vuruldu. Daha sonrada giyotinin çıktığı yere dik olarak konuldu. Mühendis Kazım Bey, hâla tedbirliydi. Eşiğe lama ile vurdu. Giyotin U demirine vurdu ve aşağı inemedi. Plan çalışmıştı. İki polis kapıdan geçerek, birisi elindeki lama ile zemine vuruyor diğeri çıkan kılıcı sert bir darbe yada kesme yaparak kırıyordu. Bu şekilde sabırlı ancak emin adımlarla Hüseyin Efendi’nin yanına kadar geldiler. Hüseyin Efendi kurtulmanın verdiği mutluluk ile öyle seviniyordu ki. Daha sonra yatak odasında yerde bulunan kılıçları da kırdılar. Sıra duvardakine gelmişti.





Polisler duvardaki kılıcıda kırdılar ve çiviyi sağa sola hareket ettirmeye başladılar. Ancak gizli bölmeyi açmayı başaramadılar. Bunun üzerine Mühendis Kazım Bey, “Bir de ben deneyeyim.” Dedi. Savcı konuşmadan kafası ile olur verdi. Kazım Bey bir eldiven çıkardı ve önce eline giydi. Komiser, “Mühendis bey eldiveni neden giydin?” diye sordu. Mühendis, “Tedbir için. Bu kadar düzenek olan yerde her şey olabilir.” Dedi. Çiviyi iki parmağı ile kavradı. Her ihtimali, bir bir denemeye başladı. Uzun süren bir denemeden sonra, çiviyi üçkez bastırdı ve odada “TAK!” diye bir ses yankılandı. Duvarda yaklaşık 10 cm x 10 cm lik bir kapak açıldı. Burada 5 adet çivi vardı. Savcı ve Komiser çok sevinmişlerdi. Savcı, “Haydi mühendis bey mutlu sona yaklaştık.” Dedi. Mühendis, bir adım geri çekildi. Düşünmeye başlamış, elini çivilere uzatmıyordu. Bu arada polislerden bir tanesi, “Mühendis Bey tıkandı komiserim. Bundan sonrasını da ben açayım mı?” dedi.

………………



Komiser, “Hayır sen dokunma, mühendis bey Bu konuların uzmanına benziyor o devam etsin.” Dedi. Mühendis çivilerden üç tanesinin diğerlerine göre başlarının daha parlak olduğunu fark etti. “Hımm! Demek ki bu üç çivi daha önce de defalarca kullanılmış. Bunları denemeliyiz.” Dedi ve bu üç çivi üzerinde çeşitli olasılıklar denemeye başladı. Bazen yukarı çekiyor, bazense aşağı bastırıyordu. Derken yine bir ses yankılandı ve duvarda büyük bir kapak açıldı. “Tamam gizli bölmeyi bu sefer açtık!” Dedi. Kapağı açınca üst üste iki adet deri valiz gördüler. Üstteki temiz, alttaki ise tozluydu. Hiç kullanılmadığı sonucu çıkıyordu. Mühendis üstteki valizi öne aldı. Komiser, “Açın bakalım bu kadar değerli ne çıkacak.” Dedi. Valizi açtılar. İçinde deste deste para ve altın vardı. Valizin üst kapağındaki ceplerde ise polislerin eve ilk gelmelerinin sebebi olan nüfus cüzdanı, evlilik cüzdanı ve aileye özel çeşitli fotoğraflar vardı. Kadının adı Ayşe MUCİT ve adamın adı Abdullah MUCİT olarak yazıyordu. Savcı “Burada bir hazine var.” dedi. “Bu insanlar milyoner mi? Milyonerse bu evde ve bu mahallede ne işleri var? Komiserim parayı merkeze götürelim. Orada 5 kişilik bir komisyon nezaretinde sayarız.” Dedi.

Bu arada, Mühendis ikinci valizi de gizli bölmeden çıkardı. Komiser “onu da açalım bakalım ondanda mı para çıkacak?” dedi. Mühendis valizi çıkarmıştı ancak açmaya pek niyeti yok gibiydi.

Bu esnada dışarıda nöbet tutan ve halkı evin uzağında tutan polislerden bir tanesi koşarak komiserin yanına geldi. Komiserim, “Siyah bir arabayla dört kişi geldi. Tekin insanlara benzemiyorlar” der demez dışarıdan bir el silah sesi duyuldu. Hemen akabinde üç kişi merdivenlere doğru ellerinde silahlarla yöneldiler, “Ellerinizi kaldırın! En ufak harekette öbür dünyayı boylarsınız!” dediler. Savcı komiser ve polisler çok şaşırmışlardı “Ne oluyordu?” Adamlar hışımla yanlarına geldiler. Bir ara mühendisle göz göze geldiler. Mühendis çaktırmadan göz işareti yaparak elindeki valizi işaret etti. Adamlardan bir tanesi mühendisin elinden hışımla valizi çekti aldı. Bu arda şaşkınlığı geçen polislerden bir tanesi elini tabancasına doğru uzatıyordu ki mühendis elini tuttu ve , “Sakın bir delilik yapma! Bu adamların acıması yoktur!” dedi. Bunu duyan adamlardan bir tanesi silahını polise doğru yönelterek bir el ateş etti. Vurulan polis kanlar içinde yere düştü.



Adamlardan irice olanı, “Mühendis gel bu tarafa, arkamızda şahit bırakmayalım. Vurun hepsini!” dedi. Adamlar silahlarını ateşlemek üzere iken komiser Mustafa Bey önünde duran mühendisi adamlara doğru olanca gücü ile iteledi ve silahını çekip ateşledi, “Davranın silahınıza, öleceksek çarpışarak ölelim.” Dedi. Savcı ve diğer polis de silahlarını adamlara doğru ateşlemeye başladılar: mühendis adamların atış alanını kapatmıştı. Komiserin ile valizi elinde tutan adam vurulmuş, valizi ani bir refleks ile istem dışı olarak havaya fırlatmıştı. Mühendis ve adamlar çatışmayı bırakmış valizi havada kaparak kaçmaya başlamışlardı. Merdivenden kaçarlarken polislerin açtıkları ateş ile bir adam daha vurulmuş, kurşunlar valize de isabet etmişti. Mühendis de bacağından yara almış, ancak sekerek de olsa arabaya binmişti. Dışarıda olan diğer adamda arabaya binmiş ve arabayı çalıştırarak oradan hızla uzaklaşmaya başlamışlardı. Savcı, “Çabuk peşlerine düşün o valizde ne varsa mutlaka geri almalıyız.” Dedi.



Komiser ve diğer polis arabaya binerek adamları takibe başladılar. Takip çok fazla sürmedi. Valiz birkaç yerinden delindiği için valizden araç içine zehirli bir gaz yayılmaya başlamıştı. Mühendis” Eyvah! Hidrojen siyanür gazı! Hepimiz öleceğiz durdur arabayı camları açın çabuk! Diye bağırmaya başlamıştı. Ancak çok zehirli olan gaz aracı kullanan adam dahil hepsinin melekelerini kapatmış, araç hızla bir evin duvarına çarpmıştı. Camdan fırlayan valizin kapağı açılmış ve asit siyanür karışımı reaksiyonu tamamlanmadan valizdeki projeler, etrafa saçılmıştı. Derişik hidroklorik asit değen projelerin bazı yerleri asit teması nedeniyle yanmıştı. Komiser Mustafa Bey yanındaki polise, “Oğlum valizden dağılanlar ne ise hemen topla!” diye talimat verdi. Projeler tamamen tahrip olmasa da yer yer asit yanıkları oluşmuştu. Valizin incelenmesi sonucu, projelerin sistemi bilmeyenlerin eline geçmesini engellemek için yine bir düzeneğe bağlı asit ve katı siyanür parçaları olduğu görüldü. Komiser “Bu projeler ne ise çok önemli olmalı…Oğlum hepsini topla merkeze götürelim orada uzmanlara inceletiriz” dedi.



3. BÖLÜM



PROJELERDE NE VAR





Komiser Mustafa, polisler ve Savcı valizlerle merkeze gelmişler, burada valizlerden çıkanları incelemekteydiler.

Para valizinden aile bilgileri ile beraber Deli MUCİT’in babası Abdullah MUCİT’in annesine yazdığı özlem dolu mektuplar vardı. Birbirlerini nasıl tanıdıkları ve nasıl evlendikleri gibi bir çok detay bu mektuplarda vardı.

Diğer valizde ise çeşitli çarklarla hareket ettirilen bir top mekanizmasının çizimleri ile muhtemelen bu çizimleri ve makinenin nasıl çalıştığını anlatan 10 sayfalık bir doküman mevcuttu. Yalnız yazılar bilinmeyen bir alfabe ile yazılmış, yani şifreliydi. Komiser Mustafa, “Bu valizdekiler ne ise ve ne işe yarıyorsa bilmiyorum. Ancak bunların yüzünde Necati ve Kemal ile zehirlenerek ölen Mürteza olmak üzere üç polis memurum, şehit oldu.” Dedi. Savcı “Bu konuyu içişleri Bakanlığı’na rapor etmemde fayda var.” Dedi. Ve Savcı Ali Kemal Bey, durumu İçişleri Bakanlığı’na bildirdi. Aynı zamanda Savcı Para ve altınları saydırmış toplam 10.000.000 TL ye eşdeğer bir maddi varlık tespit edilmişti. Sonra Dr. Nazmi KADIOĞLU’nu aradı ve “Doktor Bey çocuğa ne isim koydunuz?” diye sordu. Dr.Nazmi Bey “Henüz bir isim koymadık.” Diye cevap verdi. Savcı ve Nazmi Bey uzun bir istişarden sonra bu gizemli çocuğa Dumrul ismini koymayı uygun gördüler. Bu karar akabinde Savcı iki polis çağırarak önce çocuğun nüfus kaydını yaptırmalarını daha sonra ise parayı çocuğun adına banka hesabına yatırmalarını emretti. Bu işlemler akşamı bulmuştu ki, İçişleri Bakanı bizzat Savcıyı aradı ve kuryelerin yola çıktığını iki valizin de içindeki tüm evrak ve paralarla bakanlığa gönderilmesini istedi. Gece geç vakitlerde kuryeler İstanbul’a gelmişti. Savcı evinden, hatta yatağından kaldırılarak üç kişi ve bunları koruyan iki eskort arabada toplam sekiz özel eğitimli polis, valizleri Savcıdan teslim aldılar. Savcı proje valizi ile para yerine Dumrul MUCİT adına açılmış hesap bulunan cüzdanı adamlara teslim etti. Valizleri alan kamu görevlileri büyük bir gizlilikle Ankara’ya doğru yola çıktılar.



Önde bir eskort arkada bir eskort olmak üzere üç araç İstanbul’dan Ankara’ya doğru yol almaktaydı. Eskişehir yeni geçmişler Sivrihisar çıkışına gelmişlerdi. Hava yavaş yavaş aydınlanmaktaydı. Araçlar tam virajı dönmüşlerdi ki ileride bir kamyonun yolu çaprazlamasına kapattığını görüp acı fren yaptılar. Polislerin tamamı tetikteydi. Derhal silahlarını çektiler ve mermileri verdiler. Günün ilk ışıkları ile aydınlanan yolda kamyonun yanında tekeri patlamış kamyona teker takan iki insan görünüyordu. Polislerin bulunduğu araçların üçü de durmuştu. Arabadan inmeden ne olup bittiğini anlamaya çalıştıyorlardı. Ortadaki araçta bulunan ve ekip başı olan komiser Fikret,”Arkadaşlar bu iş bana normal bir olay gibi gelmedi. Tuzağa benziyor. Eğer şüpheli bir durum olursa ateş açma konusunda hiç tereddüt etmeyin” dedi. Bir süre tetikte ve hareketsiz kaldılar. Bu sırada araçların arkasından bir kamyonun daha geldiğini gördüler. Komiser Fikret, “İki kamyon arasında sıkıştıracaklar. Oğlum arabayı yoldan çıkar ve tarlaya doğru sür!” dedi. Ortadaki araç tarlaya doğru yönelince diğer iki eskortta aynı hareketi yaptı. Bu hareket üzerine kamyonlardan araçlara ateş açılmaya başlandı. Polisler camları indirerek kamyonlardan ateş açanlara karşılık vermeye başladılar. Açılan ilk ateşte öndeki araçta bulunan iki polis vurulmuştu. Kamyonlara araçların arkasından tarlaya yöneldiler. Kamyonlar arkada polis araçları önde, kovalamaca başlamıştı. Bu bir süre devam etti. Komiser Fikret’in bir işareti ile öndeki eskort sağa , arkadaki ise sola direksiyon kırarak dairesel hareketle kamyonların yan cephelerine geçtiler ve ustaca nişan alınıp yapılan ateş sonucu kamyonlardaki adamları vurup etkisiz hale getirdiler. Ancak atışmada 3 polis şehit olmuştu. Durumu en yakın Jandarma Karakoluna bildirip Ankara’ya doğru yollarına devam ettiler. Öğlene doğru Ankara ulaştılar.





Emanetler Ankara’ya ulaşmıştı. Görevli polisler emanetleri ve yolda başlarına gelenlerin yazıl olduğu raporu amirlerine teslim ettiler.

Aradan 10 gün geçmişti. Vakif Gureba Hastanesinde Dr. Nazmi Bey her sabah olduğu gibi çocuk servisinde rutin kontrollerini yapıyordu. Hatice ve Rukiye Ebeye, “Dumrul bayağı kendini toparladı. Ailesi, yada akrabası çıkmadığına göre, sosyal esirgeme kurumuna devrini yapabiliriz. Gerekli işlemleri başlatın.” Dedi. Ebeler, “Tamam doktor Bey” demişlerdi ki, Hüseyin Efendi lafa girerek, “Doktor Bey ben bu çocuğu evlatlık alabilirim.” Dedi. Dr.Nazmi Bey, “Gözün doyun! Senin dokuz çocuğun yok mu? Öncelikle onlara bak! Buna nasıl bakacaksın! ” dedi. Hatice Ebe, “Doktor Bey! Sakın çocuğu buna vermeyin. Aklında ne fırıldaklar var Allah blir ?” dedi. Hüseyin Efendi, “Fakat benim erkek evlada ihtiyacım var. Köyde tarla taklavat çok. Bu çocuk bana yük olmaz.” Dedi. Dr. Nazmi Bey, “Ben işin orasına karışmam. Sen bu talebini Sosyal Esirgeme Kurumu’na yap!” dedi ve servisten ayrıldı. Çocuk ayrılış kağıdı hazırlanmaya başladı.

Bu sıralarda Ankara’da Bir toplantı yapılmaktaydı. Güvenlik önlemleri en üst düzeyde tutulmuştu. Toplantıya İçişleri Bakanı bizzat Özel Kalem Müdürü ile birlikte katılmaktaydı. Toplantı Odasına Emniyet Genel Müdürlüğü, İstihbarat Daire Başkanlığı ile üst düzey komutanlar katılmaktaydı. Toplantı odasına geçilmişti.

Bakan “Efendiler! Şuan 6 adet polisimizin şehit olduğu, iki polis evladımızın çıkan çatışmalarda yaralandığı, bir proje konusunun aydınlanması için toplanmış bulunmaktayız. Daha önce sizlere bildirdiğim ve her kurumun vatansever uzmanlarının yaptığı ortak çalışma önümüzde bulunmaktadır. Proje ve dokümanların incelenmesi hakkında görüşlerinizi almak isterim.” Diyerek toplantıyı başlattı.





Öncelikle Bakanın sağ tarafında oturan istihbarat daire başkanı söze başladı. “Sayın Bakanım, projeyi çözme çalışmamıza yol açacak bilgilere ulaşabilmek için aile hakkında kapsamlı bir araştırma yaptık. Bu araştırmaların bir kısmı ortak komisyon raporumuzda mevcut. Aile hakkında yaptığımız çalışmada çok önemli bilgilere ulaştık. Evinde proje bulunan Abdullah MUCİT’in kim olduğu ve neden bu tedbirlere başvurduğu, nerede ikamet ettiği konularının cevaplarını aradık.”

Bakan, “Lütfen çok uzatmadan kısa ve önemli bilgileri verir misiniz?”

Başkan, “Sayın Bakanım arz ediyorum. Abdullah MUCİT ve eşi Konya Ereğli’nin Çayhan Köyü nüfusuna kayıtlı. Abdullha MUCİT’in babası bir İstiklal harbi kahramanı. Ve bu harpte şehit olmuş. Çanakkale Muharebesine katılmış. Köyde büyük bir kahraman olarak tanınıyor. Oğlu ile neredeyse hiç görüşememiş. Hayatı hep cephelerde geçmiş. Babadan oğula hep icat yapan insanlar oldukları için soyadları köy halkının da talebi ile “mucit” olarak konulmuş. Gelelim bizim inceleme konumuz olan Abdullah MUCİT’ e. Kıvrak zekalı ve biraz kafatası büyük bir çocukmuş. 15 yaşında annesine yardımcı olmak için Anadolu’da kadınların koyun yünlerini ip haline getirdikleri kirmen adı verilen ve elle döndürülerek kullanılan bu aletin ahşap ve dişlilerden oluşan bir makinesini icat etmiş. Bu icadı yörede büyük yankı uyandırmış. Devletimiz istiklal harbi ile meşgul olduğundan bu icada sahip çıkamamış. Ancak yabancı güçler bu olayı takibe almışlar. Abdullah MUCİT’i davar otlatırken kaçırmışlar. Ve bir daha hiç gören olmamış. Annesi kocasını kaybetmenin ardından bir de oğlunu kaybedince adeta yıkılmış. Yaptığı icadı ise her şey bunun yüzünden oldu diye köy meydanında yakmış.”



Bakan, “Peki konumuza ışık tutacak bilgiler nerede?”

Başkan, “Sayın Bakanım. Konu oraya geliyor. Asıl bize yardımcı olacak bilgileri annesinin evinde bulduk. Kısa süre önce vefat eden annesinin evini araştırdık. Gizli bir sandıkta mektuplar bulduk. Tamamı vatan hasreti ve anne özlemi ile dolu mektuplardan bir tanesi var ki. En son mektup. İzninizle onu burada okumak istiyorum.” Dedi.



Mektup;

“Pek Muhterem Anneciğim, Hürmetle ellerinden öper her daim dualarını beklerim. Çok küçük yaşlarda senden ve memleketimden koparılmamın acısını kalbimde taşıyorum. Senin aklımda hayal meyal kalan suretini düşünerek ve dizine yatırıp, anlattığın o güzel masallar ile dinimi ve diyanetimi öğretme gayretini hiç unutmuyorum. Eğer bugün insanlığın yok olması çalışmalarında bulunmuyor isem senin bana öğrettiğin imani bilgiler sayesindedir. Şunu çok iyi anlamış bulunmaktayım ki, yüce peygamberimi s.a.v “Cennet annelerin ayakları altındadır” derken bir çocuğun yetişmesinde annenin ilk muallim olmasının önemini anlatmaktadır. Ne kadar doğru bir anlatım. Bunu yaşayarak öğrenmiş bulunmaktayım.

Anneciğim; 15 yaşından bu güne neredeyse hiç güneş görmedim. Sürekli karanlık laboratuarlarda buluşlar üzerine çalıştırıldım. İkinci dünya savaşı esnasında savaşın bilimsel üstünlüğüne dayalı kazanılacağını bilen Hitler tarafından bir çok silah icat etme projesinde zorla görev aldırıldım. İkinci dünya savaşı sonrasında ise Almanya’nın yeniden doğuşunda birçok projede görev aldım. Bugün ülkemize gelen ve gavur icadı denen bir çok icadı oğlun Abdullah MUCİT’in icat ettiğini bilmeni isterim. Keşke bu icatları vatanımda ve vatanım için yapabilseydim. Ancak bunun olması mümkün olmadı. Sürekli gizli bölmelerde adeta güneşe hasret bir yaşam sürdüm. Sürekli gizli ajanlarca bir yerden başka bir yere nakledildim. Ancak Almanlar adalet ve hak verme konusunda çok demokratik insanlar olduğu için her buluşum için milyonlarca para verdiler. Bu paraları yiyemesem de bir gün vatanıma getirebileceğim umudunu hep taşıdım. Belki merak etmişsindir. Ülkemizin yaşadığı yoksulluk ve kriz döneminde köyümüze dağıtılması için gelen yardımı ben gönderdim. Senin kokunu özlediğim için gönderdiğim adamlarla elinle dokuduğun halı ve ördüğün kazakları satın aldırdım. Günlerce onlarda senin kokunu aradım. Şunu da bilmeni isterim ki Kör Osmanların Kızı Hatice’yi çocukluktaki aşkım nedeniyle ben kaçırttım. Şuan kendisi ile evliyiz ve bir bebek beklemekteyiz. Bu mektubu sana Türkiye’den yazıyorum. Nasıl oldu ve neden annene gelmiyorsun diye soracak olursan. Anneciğim senin hayatını tehlikeye atmak istemediğim için köye gelmedim ve gelmeyeceğim. Zira bundan iki yıl önce Almanların laboratuarı bir başka ülkenin gizli servisince baskına uğradı. Bir çok Alman acımasızca öldürüldü. Bu baskının amacı benim kaçırılmam imiş. Gözleri kapalı olarak nakledildiğim başka bir ülkede çok gizli bir projede çalışmam istendi. Bana masumane olarak anlatılan projenin bir süre sonra insanlık hatta canlı hayatı için çok tehlikeli, hatta çılgınca olduğunu anladım. Ölümüm pahasına, yine kendi yaptığım bu projede istenen sistemi kullanarak bu insanların elinden hanımım Hatice ile kaçmayı başardım. Nerede ve nasıl yaşadığımızı anlatamam. Ancak korkma Hatice ve bebek güvende, hatta projede güvende, tüm tedbirleri acımasızlara misilleme yaparcasına aldım. Korkma! Helal sütüne uygun olan, projelerde görev yaptım. Masum insanları hedef alan hiçbir projede çalışmadım ve sonuç alınmasına yardım etmedim. Bu konuda en büyük pay başta da ifade ettiğim üzere senin. Eğer sen dinimi, insanları sevmeyi bana öğretmeseydin şuan dünya canlı yaşamı çok büyük tehlike altında olacaktı.



Anne hürmetle ellerinden öper, dualarını beklerim. Oğlun Abdullah MUCİT."





İstihbarat başkanının anlatacakları bitince Askeri yetkili söz aldı, “Sayın Bakan, biraz evvel okunan mektup incelediğimiz proje ve dokümanlar konusunda kafamıza takılan bazı soruların cevabını vermiş oldu. Projeyi ve dokümanları büyük bir titizlikle inceledik. Projesi çizilen top mekanizması Uzun menzilli bir füze sistemi olmadığını, asli görevinin tahminimiz 3000-5000 metreye kadar bir kütleyi fırlatma için tasarlandığını tahmin etmekteyiz. Fırlatılan cisimdeki maddenin ne olduğu konusunda bir bilgi bulamadık. Ancak mektuptan da anladığımız, canlılar için tehlike arz eden bir sistem olması işaretine dayanarak;


1)Kimyasal bir zehir olabilir.
2) Biyolojik bir bakteri olabilir.

Bu konuyu net bir şekilde çözebilmek için 10 sayfalık dokümanın şifresinin çözümlenmesi konusunda çok çalışma yaptık. 15 harften oluşan bilinmeyen bir alfabe ile yazılan dokümanın şifresini maalesef çözemedik. Yine projenin ölçeklendirilmesine iki rakam kullanılarak ikili binary denilen bir matematik modeli kullanılmış. Ancak semboller ne sıfır ne de bir. Bu sembollerinin biricisini önce sıfır sonra bir kabul ederek çözümleme yaptık. Çıkan onlu sistemdeki rakamlar çok mantıksızdı. Ölçekleme ve çeşitli katsayı teknikleri uygulandı. Yine de mantıklı bir sonuç çıkmadı. Konu hakkında üniversitelerdeki matematik uzmanlarından yardım almaya çalıştık onlarda çözemedi. Bu da göstermektedir ki ikili sayı sistemiyle yapılan bir işlemde bile bir çok şifreleme metodu iç içe kullanılmıştır. Bu sistemi geliştiren araştırmaya konu Abdullah MUCİT in süper değil süper üstü bir zekâya sahip olduğunu ve maalesef böyle bir beyni Milli menfaatler için kullanmadığımızı görmenin derin üzüntüsünü yaşadık.
Sonuç olarak; Bu askeri projenin asla yabancı güçlerin eline geçmemesini ve Abdullah MUCİT’in doğan çocuğunun bu güçler tarafından kaçırılmasını engellemek için özel önlemler alınması gerektiği, hatta babası Abdullah MUCİT yaşıyorsa mutlaka oğlu ile irtibata geçme ihtimali olduğu için konunun önemini bir kez daha vurgulamakta önem görüyorum.” Dedi.



Bakan, “Anlaşılan o ki, projelerin sırrına ulaşamadık. Korunması konusunda aynı fikirdeyim. Dumrul ismi konulan bebeğin, devlet eliyle büyütülmesi ve korunması konusunu onaylıyorum. Sayın istihbarat başkanım bu konu için özel bir aile görevlendirmeniz ve gerekli tedbirleri almanızı rica edeceğim. Sayın Başvekilin de bu konu hakkında bilgisi var ve beni konu hakkında yetkilendirdi. Evden valiz içinde çıkan paraların ise kazanılma kaynağı belli olmadığı için sahipsiz mal olarak değerlendirilmesi ve hazineye irad kaydedilmesi doğru olacaktır.” Dedi. Bu esnada askeri yetkili söze girerek, “Bu doğru olmaz, zaten bebek adına özel mülkiyet olarak hesap açılmış. Aksi ispat edilemediği sürece bu para bebeğin hesabında olmalı ve reşit olunca harcama yetkisi olmalı.” Diyerek itiraz etti. Bu çıkış ile salonda bir an sessizlik yaşandı .



……………



Salondaki sessizliği çalan telefon sesi bozdu. Bakan özel kalem müdürüne bir bakış attı. Özel Kalem Müdürü telefonu açtı ve “Alo!” diyerek yanıt verdi. Arayan İstanbul’dan Savcı Ali Kemal Bey'di ve Bakanla görüşmek istiyordu. Özel Kalem Müdürü isteği bakana aktardı. Bakan telefonu alınca Savcı, “Sayın Bakanım İstanbul’da yaşanacak olayları an bean bana rapor edin demiştiniz.” Bakan, “Evet!”, Savcı, “Bebek hastaneden taburcu ediliyor. Dr Nazmi Bey aradı. Çocuk Esirgeme Kurumuna bugün nakledebileceklerini söyledi.” Bakan, “Hayır dursun! Hastanede dursun! Biraz daha misafir etsinler. Bu arada hastane içinde ve dışında gerekli önlemleri aldınız mı?” Savcı, “Evet! 24 saat kontrol altında. Giren çıkan herkes sivil ve resmi kıyafetli polislerce kontrol ediliyor. Merak edilecek bir olaya yok.” Dedi. Bakan, “Tamam! Güzel! Ancak Savcı Bey, yetkinizi aşarak neden para ve altınları bankada bebek adına bir hesaba yatırdığınıza bir anlam veremedim ve manalı buldum. Hakkınızdaki bu konudaki olumsuz kanaatimi Adalet bakanımız ve Başvekile ileteceğim. Yeni görev yerinizin büyük şehirler olmayacağını bilmenizi isterim.” Dedi ve telefonu kapattı. Savcı, söylemek istediklerine müsaade edilmemesine şaşırmış, bir an donup kalmıştı. Telefonu kapattı ve “Tabiî ki paralara el koyup hükümet icraatlarınıza harcasaydınız, çok memnun olacaktınız. Ben yaptığımdan memnunum.” Diye mırıldanarak o da telefonu kapattı.

Bakan, “Evet toplantı bitmiştir.” Dedi. Biraz sinirli bir şekilde salondan dışarı çıktı. Odasına doğru giderken Özel Kalem Müdürü, “Efendim bir şey arz edebilir miyim?” diye sordu. Bakan, çatık kaşlarla bakarak “Ne var? Ne söyleyeceksin?” Özel Kalem Müdürü, ”Efendim. Çocuğun hesabına yatan para bir devlet bankasına yatırıldığı ve çocuk 18 yaşına gelene kadar bankanın nakitleri içerisinde yer alacağı için parayı istediğinizi icraatlarda kulamla imkanımız var.” Dedi. Bakanın gözlerini içi gülmüştü. “Yaşa sen! Bana hemen banka genel müdürünü bağlayın!” dedi. Özel Kalem Müdürü büyük bir heyecanla bakanlık sekreterine gerekli talimatı verdi.



Ertesi gün saat gecenin 02.15’i iki hasta bakıcı yenidoğan servisinin koridorunda çamaşır dolu bir arabayı kullanmaktalar. Servisin kapısında iki adet sivil polisin servis kapısını açması ile içeri giriyorlar.



………………….



Servisin sorumlu hemşiresinin bulunduğu banka kadar geldiler. Hemşire hasta bakıcılarında bir gariplik hissetmiş olacak ki; “Kemal Efendi! Yanında getirdiği arkadaş kim? Ben onu ilk defa görüyorum.” Dedi. Kemal Efendi, “Aynur Hemşire, bu arkadaş morgda görevli… Sen ilk defa görüyor olmalısın!”diye cevap verdi. Aynur Hemşire kuşkulu bakışlarla Kemal Efendinin yanındaki garip adamı süzmeye başlamıştı. Adama “Hastanede neden kalın bir bere giyiyorsun? Kafandaki o bereyi çıkarır mısın? Yoksa sizi servise almam.” Dedi. Ses tonu sertti. Adam kafasındaki kalın örgülü siyah beresini çıkardı. Büyük bir kafası vardı. İlginç görünüyordu. Bu arada adam hemşireye doğru yaklaşmıştı. Hemşire Aynur, “Kemal Efendi 10 yıldır bu hastanede çalışıyorum. Ben bu adamı tanımıyorum. Sen ne haltlar karıştırıyorsun?.” Dedi ve polislere doğru yöneldi. İşte bu anda garip adam ani bir hareketle Aynur hemşirenin boyuna elindeki metal bir aleti değdirdi. Kadın olduğu yerde hareketsiz kalmış, boş boş bakar olmuştu. Adam kadını tuttu ve yavaşça yere yatırdı.

Kemal Efendi korku ve heyecanla “Sen ne yaptın!!! Anlaşmamızda bu yoktu. Aynur’a ne yaptın diye ?” haykırdı. Adam aynı cihazı bu sefer Kemal Efendiye de dokundurdu. Kemal Efendi de olduğu yerde dona kalmıştı. Onu da yavaşça yere indirdi. Sonra Dumrul’un yattığı beşiğe yaklaştı. Büyük ir özenle bebeği kucağına aldı. Bebek uyuyordu. Sarsıntı ile uyandı. Göz göze geldiler. Adamın gözlerinden yaşlar akıyor, elleri titriyordu. Büyük bir şevkatle “YAVRUM! OĞLUM!” dedi. Sonra; “Bazen Allah’ın insanlara bahşettiği üstünlükler, başa bela olur. Oğlum babana bazı güçler, normal insanlar gibi yaşama hakkı tanımadılar. Hayatım hep mahzenlerde ve laboratuarlarda geçti. Güneşe hasret kaldım. Senin kaderin de benim gibi olmasın. Beni bağışla oğlum. Annenin en zor gününde yanında olamadım. Elinden tutamadım.” Dedi. Bebek pırıl pırıl gözlerle babasına bakıyordu. Sanki söylediklerini anlıyormuş gibi tebessüm ediyordu. Adam cebinden bir metal çıkardı. Onu bir cihaza tutup sonra bebeğin sırtını açıp sol tarafına bastı. Bebeğin derisi yanmış, ince bir duman yükselmişti. Ancak bebek acıyı hissetmemiş olacak ki hâla gülüyordu. Sonra adam mühre baktı. Yuvarlak bir daire ve içinde Arapça alfabe ile harekesiz bir adet mim harfi vardı. Bu sırada servisin kapısında ayak sesleri duyulmaya başladı. Servis girişine gelen sivil giyimli adamlar yerde hareketsiz yatan Kemal Efendi ile Hemşireyi görünce Polislere seslenerek “Kim girdi içeriye! Siz nasıl nöbet tutuyorsunuz!” diye bağırarak silahlarını çektiler ve adama doğru doğrultular.Adam bebeği beşiğine bırakıp pencereye doğru hızla koşup kendini camdan dışarıya fırlattı. Cam büyük bir gürültü ile kırılmıştı. Adam hastanenin 4. katından aşağı atlamıştı. Polisler “Ne yaptı bu! Öldürecek kendini!” dediler. Ve pencereden baktıklarında yer çekim kuvvetine karşı duran bu adam yavaşça yere inmiş ve çam ağaçlarının arasından sırra kadem basmıştı.



……………



Hastanenin penceresinde baka kalan polisler, “Bu adam kim? Nasıl aşağıya sağ salim indi. İnanılır gibi değil!” diyerek hayretlerini gizleyememişlerdi. Şaşkınlıkları geçince Hemşire ve hizmetlinin yanına geldiler. Ölüp ölmediklerini kontrol ettiler. İçlerinden birisi “İkisi de sağ bayılmışlar.” Dedi. Kısa bir müdahaleden sonra kendilerine gelen iki kişiyi çapraz sorguya aldılar. Sonuç olarak ikisinin de adamı tanımadıklarını, Kemal Efendiden, adamın oğlunu görmek için yardım istediği, bunun için de yüklü bir para verme taahhüdünde bulunduğunu, ancak Aynur Hemşirenin adamdan şüphelenmesi ile durumun bu noktaya geldiğini öğrenmişlerdi. Bu adam kimdi? Uzun uzun aralarında tartıştılar, Sivil giyimli adamlardan bir tanesi polisleri çok kötü azarlamıştı. Konuyu Dahiliye Nazırının bizzat takip ettiğini ve rapor edeceklerini, bununda kendileri için hiç de hayırlı olmayacağını söylüyorlardı. Polisler bu bebeğin neden bu derece önemli olduğu konusunda bilgileri yoktu. İçlerinden birisi “Acaba bu koca kafa Bakanının bir akrabası mı?” diye düşünmeden edemiyor, “Çattık belaya. Hakkımızda hayırlısı. İnşallah sürülmeyiz.” Diye iç geçiriyordu.

Sivil giyimli adamlar beşiğe gidip bebeği kucaklayıp aldılar. Sağını solunu kontrol ettiler. Anormal bir şey görememişlerdi. Gecenin ilerleyen saatlerinde Dr Nazmi Bey’i evinden hastaneye çağırdılar. Bebeğin akrabalarının bulunduğunu söyleyerek amcası ve yengesine teslim edilmek üzere çıkış işlemlerini yaptırdılar. Hüseyin Efendi olaya tanık olmuştu ki, “Nasıl olur? Bu çocuğun akrabası olmaması lazım.” Diyerek odaya girmişti. Dr. Nazmi Bey,”Ne oluyor Hüseyin Efendi? Sen neden karışıyor sun?” dedi. Hüseyin Efendi, “Ben o çocuk için canımı tehlikeye attım. Aramızda sıcak bir bağ oluştu. Bu adamlar kim? Amcası hangisi görmek istiyorum?” dedi. Sivil polislerden bir tanesi polis kimliğini gösterdi ve “Efendi sen çöp kovanı ve süpürgeni al. İşinin başına dön! Bu iş hakkında ne biliyorsan bugün itibarı ile hepsini unut! Sıhhatin bozulabilir. Vazifen olmayan işlere de bir daha karışma!” dedi. Yanındaki diğer sivil polise göz atması ile beraber, adam Hüseyin Efendiyi yaka paça odanın dışına attı. Öyle hızlı fırlatmıştı ki Hüseyin Efendinin sırtı adeta koridorun duvarına yapışmıştı. Ne olduğunu anlayamaya çalışan Dr. Nazmi Bey “Siz ne yapıyorsunuz? Bir insana böyle muamele yapılır mı?” dedi.



…………..





Sivil polislerin başı, "Vazifemizi zorlaştırmayın! Çabuk çocuğun çıkış evraklarını imzalayın!" dedi. Dr. Nazmi Bey, "Önce Hüseyin Efendiye bakmalıyım!" diyerek adamların yanından sinirli karalı hareketlere geçerek Hüseyin Efendiyi muayeneye başladı. Sedye istedi ve acilde tedavi edilmesini yanında hizmetli Kemal Efendiye söyledi. Bir boşluğunu bulup Hüseyin Efendi'nin Kulağına "Bu adamları gözüm tutmadı.Savcı Ali Kemal Bey'i yada Komiser Mustafa Bey'i ara. Olayı anlat! Çabuk buraya gelsinler." dedi. Hüseyin Efendi vücut dili ile yani kafasıyla tamam dedi.Hizmetli Kemal Efendi Hüseyin Efendiyi sedye ile acile naklederken, Dr Nazmi Bey tekrar odasına geçti."Öncelikle resmi evraklarınızı görmem lazım" dedi. Sivillerin başı evrakları uzattı. Evraklar bizzat içişleri bakanlığınca imzalanmıştı.Evrakta özetle "Dumrul MUCİT isimli bebeğin yakınlarına teslim edilmek üzere aşağıda isimleri verilen polis memurlarına teslim edilmesini...rica ederim." yazıyordu. Dr Nazmi Bey, "Burada ismi yazan göreviler lütfen kimlik belgelerini göstersinler." dedi. Polisler, "İşimiz acele teferruatla bizi uğraştırma!" dedi. Dr.Nazmi Bey, "Size bir can teslim edeceğim. Bunlar teferruat değil." dedi. Bunun üzerine polisler tek tek evraklarını verdiler. Dr.Nazmi Bey her kimliği evraktaki bilgilerle,kimlik bilgilerini elmas ustası yada sarraf gibi çok titiz ve harf harf kontrol ediyordu. Amacı, Savcı yada komiserin gelebilmesi için zaman kazanmaktı. Bu işleri öylesine abarttı ki; Adamlar oflamaya poflamaya başlamışlardı. "Arada bir vazifemiz ne yapalım efendim. Sabredin!" diyerek tansiyonu düşürmeyi de ihmal etmiyordu. Evrak kontrolü bitmiş, her şey usulüne uygun çıkmıştı. Bu sefer de "Bebeği son kez muayene edip teslim etmem gerekli." dedi. "Buyrun yukarı servise çıkalım!" Polislerin başı, "Çattık ya!" diyerek serzenişte bulundu. Ancak Dr. Nazmi Bey kararlıydı. Muayene işlemi yapılacaktı. Yukarı servise çıktılar. Kapıda nöbet tutan polisler, sivil polislere karşı mahçup ve suçlu gibi bakıyorlardı. Ne de olsa içeri almamaları gereken bir yabancıyı servise almışlardı. Aralarında soğuk bakışlar yaşandı. Bebeği eline alan Dr. Nazmi bey tamamen soydu.Boyunu ölçtü.kilosunu tarttı...


……………



Dumrul’un kalp atışlarını stetoskop ile ölçüyordu ki sırtında yeni oluşan işareti gördü. Şaşırmıştı! Bu nedir diyecekti ki adamlara güvenemeyeceği aklına geldi. “Mim” harfi ne anlama geliyor diye düşünmeye başladı. Sonra bu Mucit soy isminin ilk harfi olabilir dedi. Şaşırmıştı. Hastaneye elen bu kişi babası ise neden oğlunu götürmemişti. Kafasında cevabını bulamadığı bir çok soru oluşmuştu. Bu esnada komiser Mustafa ve Savcı Ali Kemal Bey gelmişlerdi. Dr. Nazmi Bey onları görünce rahatladı. Sorumluluğu onlara devretmenin rahatlamasını yaşamıştı.

Savcı Ali Kemal Bey, “Beyler! Siz kimsiniz? Bebekten ne istiyorsunuz?” diye sordu. Ortam bir anda gerilmişti. Sivil Polisleri başı, “Ya! Siz kimsiniz? Hangi hakla bu soruyu bize soruyorsunuz?” dedi.

Savcı Ali Kemal Bey, “Ben Cumhuriyet Savcısıyım. Bu arkadaş ta komiser Mustafa Bey. Siz kimsiniz?” Sivil Polis, “Biz Ankara’dan Bebeği amcasına teslim etmek üzere Dahiliye Nazırımız tarafından görevlendirilen polisleriz. Bunlarda kimliklerimiz.”

Savcı kimliklere baktı. Sonra, “Geleceğiniz neden bize haber verilmedi?”

Polis, “Sayın Bakanımız direk görevlendirme yaptı ve bebeği alın gelin.” Dedi.

Savcı, “Bakanın emir varakasını görebilir miyim?”

Polis “Tabi! Buyurun.” Dedi.

Savcı, “Evet bu imza dahiliye Nazırına ait. Doktor Bey bebeği teslim edebilirsiniz.” Dedi. Bebek sivil polislere teslim edildi. Vakit kaybetmeden bebek siyah resmi bir araca bindirilerek İstanbul’dan ayrıldı.



4.BÖLÜM

DÜNYA BATSA NE OLUR?



28 Eylül 1955 yer İstanbul Yeşilköy havaalanı, bir adam elinde bilet yolcu bekleme salonunda oturuyordu. Adamın hemen yanına elinde gazete olan bir başkası geldi ve oturdu. Adamın gözü uçakların iniş ve kalkışlarını gösteren panodaydı. Bir an yanında oturan adamın gazetesine gözü kaydı. Gazete sür manşette verilen bir haber dikkatini çekti. Ani bir refleksle adamın elinden gazeteyi çekti aldı. Adam, “Ne yapıyorsun be adam! İnsanca istesene!” dedi. Ancak gizemli siyah paltolu bu adam diğer adamın sözlerine hiç aldırmadı. Gazeteyi telaşla okumaya başladı. Gazete haberinde, “İstanbul Ankara yolunda kaza! Siyah resmi bir araçla kamyon Sivrihisar yakınlarında çarpıştı. Kazada dört sivil polis ve bir bebek öldü. Polislerin isimleri… ve bebeğin isminin Dumrul Mucit olduğu tespit edildi. Cenazeler yarın öğlen Ankara Cebeci Asri Mezarlığında toprağa verilecekler.” Diye yazmaktaydı.



Gizemli adam bir anda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Gözlerinde n yaşlar sel gibi akıyordu. Hızla yerinden kalktı. Gazete de elinde havaalanı içerisinde serseri mayın gibi dolaşmaya başlamıştı. Gazetenin sahibi, “Dünya ne saygısız insanlar var. Gazeteyi elimden çekip aldığı gibi bir de geri vermedi.” Dedi. Sonra adamın orada bıraktığı yurt dışı biletini gördü. “Ben de bu bileti vermem.” Diye düşündü ve gişeye doğru yöneldi. Görevliye, “Bu biletin sahibi yolculuktan vaz geçti. Geri almanız mümkün mü?” diye sordu. Görevli “ Geri alamayız ama sizin adınıza satabiliriz.” Dedi ve bileti başka bir yolcuya satıp parasını adama verdi. Bu arada diğer adam dünyasından bezmiş bir halde havaalanın bir dış kapısına gidiyor, dönüp tekrar içeri giriyordu. Ağzına ise “Dünya batsa ne olur.” Kelimesi takılmış. Sürekli bu cümleyi tekrarlayıp duruyordu. Bir süre sonra, “Önce karımı, şimdi de oğlumu kaybettim. Yaşasam ne olur? Yaşamasam ne olur?” dedi ve gişeye gidip, “Ankara ilk tayyare seferiniz ne zaman?” diye sordu. İlk sefer için bilet aldı ve Ankara doğru uçan ilk uçağa bindi. Uçakta sürekli ağlıyordu. Kendisine yardımcı olmak isteyen hostese ve yolculara cevap vermiyor. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ankara’ya gelmişti. Derhal bir taksi tuttu ve “Beni Cebeci Asri Mezarlığı’na götür.” Dedi. Mezarlığa gelmişti. Dört tabut büyük ve bir de küçük bir tabut vardı. Mezarlığın hemen dışında bayanlar vardı. Mezara girmemişler ancak hepsi çok kederli ve ağlamaklıydı. Mezara doğru girdi. Küçük tabuta doğru yaklaştı. Elini tabuta doğru uzatmıştı ki, ensesine inen sert bir darbe ile gözleri karardı. Ayakları yerden kesildi.





Gizemli adam, bir binanın karanlık bir odasına götürülmüştü. Uyanması için kafasından aşağı soğuk su döküldü. Adam titreyerek ayılmış, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Başında iki tane iri kıyım adam vardı. Adamlardan bir tanesi, “Yuvana hoş geldin.” Dedi. Başını kaldırdı adama doğru baktı. Göz göze geldiler. Soruyu soran adam bu gizemli adamın bakışlarından etkilenmiş olacak ki kafasını yana döndürerek gözlerinden gözlerini kaçırdı. “Evet Abdullah MUCİT! İki polisimizin ölmesine neden olan şu icadının ne işe yaradığını bir güzel anlat bakalım.” Dedi. Abdullah MUCİT, “Oğlum nerede? Onu görmeden bir kelime bile konuşmam.” Dedi. Polis, “Onu şuan göremesin. Korkma emin ellerde.”

Abdullah MUCİT, içinde derin bir nefes almıştı. “Oğlum yaşıyor.” Diye sevinmeden edemedi. Polislere, “Benden bir şeyler öğrenmek istiyorsanız. Öncelikle oğlumu görmeliyim.” Dedi. Polis, “Adam! Burada kozlar bizim elimizde. Bülbül gibi şakı çabuk!” diye bağırdı.

Abdullah MUCİT, “Projeyi size anlatabilmem için oğlumu sağ salim görmem şart.” Dedi. Polisler adamın çok inat ve kararlı olduğunu görünce, geri adım atmak zorunda kaldılar. Polislerden bir tanesi odadan ayrıldı ve İçişleri Bakanı ile kısa bir görüşme yaptı. Adam içeri girdiğinde “Tamam’ Oğlunu göreceksin.” Dedi.



Abdullah MUCİT, “Oğlumu görmeden bir kelime bile söylemem.” Diye kükredi. Polisler şaşırmıştı. Bu cesaret ve karalılık onları ürkütmüş olacak ki, göz göze biran bakışıp sonra, Bakanla görüşen polis diğerinin kulağına usulca, “Bakan Bey, fazla sıkıştırmayın. Yarın bakanlığa getirin burada sorgularız. Dedi.” Diyerek odadan çıktılar. Polisler, Abdullah MUCİT’i, Oturacak sandalyeden başka hiçbir şey olmayan karanlık bir odada bırakıp gitmişlerdi. Baba Mucit odada, sandalyeye bağlı olarak koca bir günü geçirmek zorunda kaldı. Hareketsizlik kaba yerleri ağrımış, bağlı olan kolları uyuşmuştu. Ertesi sabah ortalık hareketlenmiş, kapıyı açan iki görevli iplerini çözerek “Haydi! Seni Bakan Bey’e götürecekler. Bu şeref herkese nail olmaz.” Dediler. Abdullah MUCİT’in kaşları çatılmış, beden dili ile sert bir cevap vermişti. Biraz sonra arabaya bindirilen Mucit, Bakanlığın U tipi salonunda baş köşeye oturtulmuştu. Az sonra salona çeşitli üst düzey görevliler geldi ve en son Bakan.

Bakan, “Evet Beyler! Gördüğünüz gibi Türk Polisi usta bir hamle ile projenin sahibini ele geçirmeyi başardı. Sayın Abdullah MUCİT annenizin evinden çıkan mektuplardan yıllarca, yüksek zekanızı vatanımıza değil, başka ülkelere kullandığınızı öğrendik. Artık milli menfaatler için bu bilgi ve becerilerinizden istifa
 

okaner

Üye
Üye
Katılım
8 Nis 2009
Mesajlar
7
Puanları
1
Konum
Kütahya
edebiliriz.” Dedi. Herkes pür dikkat gözlerini Abdullah MUCİT’e çevirmişti. O çok sakin bir şekilde, “Öncelikle göremediğim misafirperverliğiniz için teşekkür ederim. Sanki bir vatan haini, yada çapulcu gibi aç susuz karanlık bir odada sabahlatılmam konusunda bir talimatınız var mı onu öğrenmek isterim?” Bu sözler üzerine salonda bir uğultu oldu. Üst düzey bir komutan,”Sayın Bakan böyle bir muamele nasıl yapılır? Derhal sorumlular cezalandırılmalı!” dedi. Bakan, “Ben bunu şimdi öğreniyorum gereği yapılacaktır.” Dedi ve “Biz asıl konumuza gelelim. Evet proje hakkında konuşalım. Bu kadar önlem alınan proje nedir? Lütfen açıklar mısınız?”
Abdullah MUCİT, “Dün polislere de söylemiştim. Önce oğlumu görmem lazım.” Dedi. Bakan yanındaki görevliye eliyle işaret etti. Az sonra salona kundakta sarılı Dumrul MUCİT getirildi. Sabaha kadar bağlı kalma yüzünden hâla her yanı ağrıyan Abdullah MUCİT bütün ağrılarını unutmuş, görevlinin de müsaadesi ile …

………………..



Oğlunu kucağına alan Abdullah MUCİT’in o sevinç anı orada bulunanları çok etkilemişti. Bir Anadolu insanı olan Baba Mucit oğlunu doya doya sevdi. Biraz sonra bakan, “Evet artık konumuza dönelim.” Dedi. Baba MUCİT, “Oğlumun bundan sonra durumu ne olacak öğrenebilir miyim?” diye sordu. Bakan, “Hiç merak etme, onu çok güzel bir ortamda ve emniyet altında koruyacağız.” Baba Mucit, “Nasıl?” dedi. Bakan İstihbarat yetkilisine göz işareti yaptı. Yetkili yerinden kalktı ve Baba Mucit’e bir dosya verdi. Baba mucit üzerinde “ÇOK GİZLİ” mührü bulunan dosyayı bir çırpıda okudu. Sonra, “Teşekkür ederim. Artık ne bilmek istiyorsanız cevaplamaya hazırım.” Dedi.

Bakan, “Bu proje nedir? Neden bu kadar önemli? Kimlerin ilgi alanına giriyor?”

Abdullah MUCİT, “ Mektupta da bahsettiğim üzere, bir ip dokuma makinesi icadı benim Almanya’ya kaçırılmama neden oldu. Bu yıllar II.Dünya Savaşı yıllarıydı. Bir çok cephede savaşa giren Alman orduları için sürekli bilimsel çalışma ve yeni silah icadları yapıyorduk. Benimle beraber bir çok bilim adamı da çalışıyordu. Yaptığım bazı buluşlar Hitler’i çok memnun etmişti. Benimle özel ilgileniyordu. Balkanlara kadar inen bu sıralarda Hitler, Ey Türk! Siz çok takdire şayan çalışıyorsunuz benden bir isteğiniz var mı? Diye sordu. Ben de Türkiye’ye saldırmamalarını istedim. Bunu kabul etti.Hitler, cumhurbaşkanımıza gönderdiği kişisel mektubunda, Alman ordularının Türk sınırlarına 85 km.den daha fazla yaklaşmayacağı garantisini kişisel olarak verdiğini bana söyledi. Ancak ilerleyen yıllar Nazi ordusu için iyi gitmemeye başladı. Bilimsel çalışmaların hızlandırılmasını isterlerken, Hitler benden bir kitle imha silahı icad etmemi istedi. Bunu kabul etmem mümkün değildi. Bunun üzerine Türkiye’ye de saldırabileceklerini söyledi. Ben de Türk Milleti her zaman sizinle beraber hareket etti. Demem üzerine şuan ülkem ve uslumun milli çıkarları söz konusu diyerek tehdit etti. Ve bana derhal istediği projeyi yapmamı söyledi. Ben bunu yapmamak için yavaştan alıyordum. Bunu anlamış olacak ki köyümde akrabalarımda 5 kişiyi öldürtmüş. Nazi askerlerini sivil olarak köyüme yerleştirmiş… İcadı derhal yapmazsam bunun devam edeceğini söyledi. laboratuarımın duvarında Amcam Hüseyin,Yengem ve çocuklarının öldürüldükten sonra çekilmiş fotoğrafları asılmıştı. Sıra anneme ve çocukluk sevgilime gelecekti. Ve bunun bir ileri adımı ise Türkiye olacaktı. Köşeye sıkışmıştım. …


………….

Ok yaydan çıkmıştı. Nazi askerleri Hitler’den bir mucize bekliyorlardı. Müttefikler her geçen gün savaşta Alman ordusunu yenilgiye zorluyordu. Benim en can alıcı noktamdan bana sürekli baskı yapılıyordu. Bazı Nazi komutanlar Hitlerden daha insafsızdı. En son annem ve çocukluk aşkımın nişangâh içine alınmış fotoğrafları çekilmiş ve laboratuarımın duvarına asılmıştı. Yıllardın özlemini çektiğim insanların ölüm emirlerini verdirmekte verdirmemekte benim elimdeydi. Bu psikoloji ile ancak iki gün dayana bildim ve bir gecede 6 adet alternatif taslak proje ürettim. Bunları 5 kişilik bir üst düzey komutanlar heyetine sundum. Beş tanesini elediler ve bugün elinizde bulunan projeyi Hitler’in onayına sundular. Hitler’in tasdiki üzerine bu projenin prototipini yapmamı istediler. Bu arada Hitler bu projeyi özel bir şifre ile yapmamı ikimizden başka kimsenin bilmemesini istedi. Ve ben geceli gündüzlü üç gün çalışarak, projeyi tamamladım. İki adet uygulama projesi yaptım. Birde bu projeye özel bir şifre kullandım. Şifre çözümü kılavuzundan Hitler’e verdim. Hitler okuduktan sonra kılavuzu şöminesinde gözümün önünde yaktı. Daha sonra komutanları çağırıp prototip projeyi gösterdi. Uygulama için bir yer seçmelerini ve denekler bulmalarını söyledi. O gün içinde 10 adet deneğin bulunduğu bir alana gittik.” Bu arada Bakan, “Denek dediğin, insan mı? Yani Yahudiler mi?”

Abdullah Mucit, “Hayır! kobay olarak önce fareler kullanıldı. Fırlatma yapılır yapılmaz fareler çok kısa sürede çok acı bir şekilde debelene debelene öldüler. Komutanlardan bir tanesi deneyin daha büyük kobaylar üzerinde yapılmasını teklif etti. Ve kısa sürede deney alanına 10 adet domuz getirildi. Bunlar üzerinde fırlatma yapıldı. Ve O kadar zor bir ölüm sahnesi vardı ki içim parçalanıyordu. Bunu insanlar üzerine nasıl tadbik edebilirdik? Fakat bu konuda yalnız değildim. Benim gibi düşünen bir insan daha vardı. Duyunca kulaklarınıza inanamayacaksınız.”

Bakan, “Bırak şimdi olayı dramatize etmeyi! Bu sizin icad ettiğiniz proje nedir? Onu anlatın. Nasıl çalışır? İşlevi nedir?”

……………..



Abdullah Mucit, “Bilindiği gibi hava canlılar için temel bir ihtiyaçtır. Hava heterojen bir karışımdır. % 78’ini Azot, geriye kalan % 22’nin % 21’ini ise oksijen oluşturur. Bu oksijen oranının artması veya azalması insanlar için tehlike arz eder. Oksijen oranının % 19-20’lere düşmesi halinde insanın nefes alışı sıklaşır. Terlemeye başlar, halsizlik oluşur. Bu oran biraz daha aşağı düştüğü zaman ise kaçınılmaz ölüm gerçekleşir. Bu projede havaya fırlatılan bir top içinde özel hazırlanmış kimyasal bir karışım aerosol etkisi ile havaya karışır. Oksijene karsı yüksek çekiciliği olan bu madde oksijeni yakalar ve hapseder. Bu oran % 40 civarındadır. Yani akciğerlerce yakılabilecek havada % 21 oksijen olması gerekirken, bu madde ile oran değişmemekle birlikte kullanılabilir oksijen oranı % 12-13 arasına düşer. Yani bunu bir sabun köpüğü içine hapsedilmiş oksijen olarak düşünebilirsiniz.”



Bakan “Peki bu oksijenin blokajı ne kadar süre devam eder?”

Abdullah Mucit, “ Atmosfere salınan bu kimyasal iki şeye karşı dirençsizdir.

1) Yüksek güneş ışığı, yani güneş fazla ise tesiri kalmaz. Parçalanır ve oksijen serbest kalır.

2) Rutubet, bu kimyasal neme karşıda dirençli değildir. Havada nem oranının artması, yada yağmurda bu maddeyi parçalar ve yine oksijen serbest kalır.

Yani uzun süreli ölümcül bir etkisi yoktur.”



Bakan “Burada kafama takılan bir soru var. Bu kadar tesirli bir kitle imha silahı varken, Naziler nasıl oldu da savaşı kaybetti?”
………….

Abdullah Mucit, “Yapılan deney sonucunda domuzların çırpına çırpına ölümü manzarası beni derinden sarstığı gibi biraz önce söylediğim gibi birisini daha etkilemişti. O da kimsenin tahmin edemeyeceği birisiydi. Yani Hitlerdi. Ani bir çıkış yaptı.





Çok sert bir şekilde, "Ben bu silahı kullanma yerine savaşı kaybetmeyi tercih ederim. Derhal bu projeji yok edin. Almanların kitle imha silahı ile savaş kazanması üstün ırk projemize ters düşer." dedi. Bu arada komutanlardan bir tanesi, "Ancak Fhürer'im savaşı kaybetme aşamasına geldik! Cepheye çocukları ve yaşlıları gönderiyoruz. Bu silah bizim son umudumuz."dedi.
Hitler, "Savaşı kaybetmeyi kabul edebilirim. Ancak böyle bir katliama rıza gösteremem!" diye gürledi. sonrada emir vererek prototipi ve projeyi imha ettirdi. Hatta bir ara Alman Subaylardan bir tanesi silahını bana doğrultarak beni de ortadan kaldırmak istedi. Hitler buna mani oldu. Bana "Bu projeden kimseye bahsetmeyeceğine eminim Türk!" dedi.

…………….


Bakan, “Çok çelişkili konuşuyorsun. Bütün yakın tarih kitaplarında yakın çağımızın en büyük diktatörü olarak bahsedilen birisinden bahsediyorsun. Ve vicdani şeyler söylüyorsun. Yalan söylediğini düşünmeye başladım.”

Abdullah Mucit, “Neden yalan söyleyeyim? Çelişkili konuşmalarım neler söyler misiniz?”

Bakan, “ 1) HİTLER bu kitle imha silahını yapman için senin en yakınlarını öldürtüyor. Sonra da insafa gelip, projeyi imha ettiriyor. Bu bir çelişki değil mi?

2) Projesi imha ettirdi diyorsun ancak proje burada ve onun yüzünden bir çok polis öldü.

3) Bu kadar zekisin de neden ülkene hizmet etmedin? Almanya’ya hizmet ettin?



Abdullah Mucit,”Birinci sorundan başlayalım. Tarih kitapları o dönemi birebir yaşayanlar tarafından yazılmaz. O günleri yaşamayan tarihciler tarafından yazılır. Zeki insanlar her okuduklarına koyun gibi hemen inanmaz. “ACABA” derler. Olayı sorgularlar. Son devrin en büyük siyasi devlet adamına “Kızıl Sultan” yakıştırmasının yapıldığı malumunuz. Filistin’deki toprakları malum millete vermediği için tahttan indirildi. Ve orayı kolayca verecek insanların iş başına getirildiği malum. “Neden, Niçin, Niye” sorularını ancak akıllı insanlar sorar. Rusya’ya saldıran Almanya’nın o tarihte yeni savaştan çıkmış, Türkiye üzerinden neden geçmediğini hiç sorguladınız mı? Kolay yol varken neden zor yolu seçtiler dersiniz? Acaba!!! İlmi siyaset mi etkili oldu? Benim yakınlarımın öldürülmesi olayın gelince, bunların doğru olmadığını, bir tür fotoğraf hilesi olduğunu daha sonraki yıllarda öğrendim. Akrabalarım öldürülmemiş, sadece bana hile yapılmıştı.

İkinci sorunuza gelelim. Projeyi imha ettirdiği doğru ancak kaçırdığınız bir nokta var. Sözlerimin başında iki proje yaptığımı ve bunlardan bir tanesini Hitlere verdiğimi söylemiştim. Bu ikinci proje Almaya savaşı kaybettikten sonra başka bir devletin ajanları tarafından ele geçirilmişti. Ancak şifre çözümleyicisi Hitler tarafından imha edildiği için çözememişler ve bana ihtiyaç duymuşlardı. 1950’lili yılların başında çalıştığım laboratuar yapılan bir baskın sonucu kaçırıldım. Çok zor şartlar altında bu projeyi yeniden hayta geçirmem için zorlandım. Ancak bu emellerine ulaşmalarına müsaade etmedim. Yaptığım fırlatma sisteminde kullandığım bir kimyasal ile elerinden kurtuldum ve projeyi kaçırdım. İşte elinizdeki proje bu proje.



Gelelim üçüncü sorunuza, Maalesef bizim devlet büyüklerimiz elindeki değerlerin kıymetini bilmez. Hele siz Türk ve mucitseniz artık işiniz daha da zordur. Yabancılardan gördünüz saygı ve itibarı ülkenizde göremezsiniz. Ben ülkemin ekonomik zorluklar içinde bulunduğu dönemde, ülkemin başındakilere bir arkadaşımla 20 adet ekonomik kalkınma ve teknolojik gelişim projesi gönderdim. Maalesef bin bir zorlukla Almanya’dan çıkardığımız, bu projelerin ciltleri bile açılmadan deli zırvaları ile uğraşacak vaktimiz yok diye arkadaşımın suratına fırlatılmış. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim. Ülkemde dün yaşadığım olay, suçlu gibi, vatan haini gibi sabaha kadar elleri bağlı bir sandalyede tutulmam bile çok önemli bir ayrıntıdır. Oysa ben Almanya’da ne savaş yıllarında ne de savaş sonrasında böyle bir muamele görmedim. Tam aksine büyük itibar gördüm.” Dedi.



Bakan, “Küstah! Sen devletle nasıl konuşuyorsun?” dedi.

Abdullah Mucit,alaycı bir ifadeyle “Eyvah! Devlet siz misiniz?” dedi.

Salonda bir anda buz gibi hava oluştu.





Şaşkınlığı geçen Bakan sinir küpü olmuştu. “Görevliler! Alın şu adamı, sabaha kadar yumuşamamış, sertliğini gidermek için 3-5 gün daha misafir edin.! Sonra bir daha görüşelim. Bakalım vatanı için neler yapacak? “



Görevliler yaka paça Abdullah MUCİT’i yakaladılar. Oldukça kaba hareketlerle kapıya doğru götürürlerken, MUCİT, “Hiçbir makam ebedi değildir. Yükseklere çıkmanın bir de düşmesi olduğunu unutma!” dedi.

Bakan, “Götürün şu küstahı!” diye kükredi.



Merdivenden aşağı karga tulumba Abdullah MUCİT’i götürürlerken, askeri yetkili, “Sayın Bakan! Aranızda neden böyle bir gerilim oluştu. Anlam veremedim.” Bakan, “Saygısız! Bir gece nezarette kaldı diye koskoca Bakan’a tafralanmasına seyirci kalmamı beklemiyordunuz herhalde… Şahsıma yapılan saygısızlığı kabul edebilirdim lakin yapılan hareket devlete olunca susmamı kimse benden isteyemez..” dedi. Birkaç bürokrat “Haklısınız sayın Bakanım!” dediler.



Tam bu sırada dışarıda bir anda gürültüler arttı. Üst üste patlama sesleri duyuldu. Dumanlar salonun penceresine kadar yükselmişti. Merakla pencereye doğru koştular ancak dışarıdan pencereye makineli silahlarla yapılan ateş ile camlar kırıldı. Komutan “Hedef küçült!” diye bağırdı. Ancak bu komutu birçoğu anlamamış ayakta heykel gibi kalakalmışlardı. Bunun üzerine istihbarat yetkilisi, Yere yat! Yere Yat!” diye komut verdi. Daha sonra komutana bunlar hedef küçülten anlamaz komutanım.” Dedi. Salondakilerin hepsi kısa bir duraklamadan sonra kendilerini yere attılar. Dışarıda çatışma devam ediyordu. Komutan pencerenin yanına kadar gelerek dışarı baktı. Bakanlığın karşısındaki cadde de 3-4 adet araç vardı. Araçlardan çıkan silahlı adalar sürekli ateş açıyorlardı. Dumanların arasından iki kişi Abdullah MUCİT’i alarak zorla bir araca bindirdiler ve süratle oradan uzaklaştılar.

Bir müddet sonra askeri yetkili, “Sayın Bakan Adamı yumuşatmaya gerek kalmadı. Bizim değer vermediğimiz adamı birileri kaçırmak için canlarını tehlikeye atmaktan geri kalmadılar. Kuş uçtu hayırlı olsun…” dedi. Korku ve şaşkınlık içerisinde bocalayan Bakan hiçbir cevap vermedi.





Bu arada Abdullah MUCİT i kaçıranlar, ” Aslanım! Biz sana kaç defa dedik. Altının kıymetini sarraf bilir diye… Bak.! Sen tutturdun vatanım vatanım diye. Sen yine icatlarını yap. Biz onları bizim adamların adı ile dünya bilim tarihinin hizmetine sunarız. Bakarsın bir gün senin oğlun da okulda ders görürken senin icadını bizim icadımız diye öğrenir. Ha’hah! Ha!” diye… “ Bu küstah gülüş karşısında sinirlenen Abdullah MUCİT saatini üstündeki dairesel halkayı birkaç defa sağa ve sola çevirdi. Sonra saati ani bir hareketle aracın şoförünün burnuna tuttu. Adam bir anda nefes alamaz oldu. Gözleri kapandı araç yoldan çıkmış şarampole doğru süratle yol alıyordu. Bir müddet sonra bir yarmadan aşağı doğru düşmeye başladı. Sonra araç yaklaşık 20 metre yüksekten yere çakıldı. Büyük bir patlama ile araç, içindekiler ile beraber alev aldı.





Araba alevler içinde yanarken diğer arabalarla onları takip eden adamlar heyecanla rabanın düştüğü yere geldiler. İçlerinden bir tanesi, "Çabuk aşağı inin Mucit ölmüş mü? Kontrol edin! Ölmediyse mutlaka kurtarın" dedi.
Adamlar uçurumdan aşağı indiler. araca yaklaşamıyorlardı. Alevler etrafı sarmıştı. Biraz evvel ki adam, "Araçta kaç kiş var? sayın!" dedi. Adamlar, "Alevlerden yaklaşılmıyor." dediler.
Bu arada tiz bir ıslık sesi duyuldu. Yukarıdaki adam, "Çabuk gelin. Türk Polisi geliyor. Hemen uzaklaşmalıyız." diye aşağıdaki adamlara talimat verdi. Adamlar yukarı çıkıp araçlarına binip oradan uzaklaştılar. Dumanı gören Polis ve Jandarma ekipleri aracın düştüğü yere geldiler. Biraz sonra olay yerine Bakan ve toplantıdaki devlet erkanı da geldi. Olay mahallinde yapılan keşif neticesi, araçta dört kişinin yanarak can verdiği anlaşıldı. Üst rütbeli asker, "Abdullah MUCİT ya bu araçta öldü. Yada son anda kurtuldu. Bunu anlamak zor görünüyor. " dedi. Sonra Jandarmanın başındaki komutana "Evladım askerlerine söyle aracın yoldan çıkıp geldiği istikamet üzerinde araştırma yapsınlar. Araçtan atlayan yada fırlayan bir insana ait iz bulabilirseniz haberim olsun." dedi. Emri alan üsteğmen iki asker alarak yoldan uçruma kadar olna alanda titiz bir araştırma yaptı. Bir süre sonra üst rütbeli komutanın yanına geldi. Bir şeyler söylemek için hazırlanırken üst rütbeli komutanın, göz işareti yapması üzerine sustu, konuşmadı. Beraber topluluktan biraz uzaklaştılar ve üst Rütbeli komutan, "Evet dinliyorum. Bir şey bulabildiniz mi?" diye sordu. Üsteğmen, "Komutanım araba yoldan çıkınca bir tanesi araçtan ya atlamış yada fırlamış. Yerde bir miktar kazınma olmuş. Ve kaçarken yeni olan bir adet köstebek yuvasına basmış, ayak izi var. Muhtemelen ormana doğru kaçmış."
Üst rütbeli komutan, "Evladım eminsin değil mi?"
Üsteğmen, "Eminim komutanım. Ne emredersiniz ormana doğru bir tim çıkarayım mı?

Üst rütbeli komutan, "Güzel! Ölmediğine sevindim. Aramaya gerek yok." dedi.

Bu arada içişleri Bakanının talimatı ile polis aracın yanmasını söndürmüştü. Yapılan aramada 4 kişinin öldüğünü gördüler. Arka koltukta oturan iki kişi tanınmaz haldeydi. Bakan, "Bakın bakalım ölüler içinde Abdullah MUCİT var mı?" dedi. Polisler, "Kimlik tespiti yapmanın imkanı yok. Ölmüş olması kuvvetli ihtimal." dediler.

Komutan, "Sayın bakan Abdullah MUCİT'i yumsatmana gerek kalmadı. Adam resmen erimiş." dedi.
Bakan, kendisine yapılan bu iğneli espriye karşılık veremedi. "Bu adamdan zaten fayda çıkmayacaktı. Bize yaramayan başkalarına da yaramamış oldu." dedi.
Komutan, "Adamın işe yaramasına fırsat vermediniz ki." dedi.
Bakan şimşeklerin kendisine doğrultulduğunu görünce ani bir manevrayla, "Haydi! geri dönüyoruz. Efendiler bu olay burada kapanacak! Basına filan haber sızdıran olursa Devlet itibarımız sarsılır. Ne bakanlığın kurşunlanması, ne de bu olaydan kimsenin haberi olmayacak. Bir şekilde haber sızarsa hepiniz ülkenin çeşitli yerlerine sürülürsünüz bilmiş olun." dedi. Böylece bu olay kapanmış oldu.

Bu Macera Bitti.


Yeni Macera: Efsane Kahraman ve Deli MUCİT
http://www.bilgicagi.net/forum/forum_posts.asp?TID=491
 

furkankaya1995

Meşhur Osmanlı Arması
Üye
Katılım
19 Eki 2008
Mesajlar
565
Puanları
18
Konum
İskenderun
Ben bunu Bilgi Çağı Portal'dan biliyorum.
 
Üst