Osmanlıda Devlet Ve Toplum Düzeninin Özellikleri

pendik gücü

Üye
Üye
Katılım
5 Ocak 2009
Mesajlar
47
Puanları
6
Yaş
124
Konum
istanbul
osmanlıda devlet ve toplum düzeninin özellikleri

Osmanlı Devleti XIV. Yüzyılın başında, Marmara Bölgesi’nde kurulmuştur. XIII.-XV. yüzyıllarda İran’ın Anadolu’nun ve Bizans İmparatorluğu’nun siyasal ve toplumsal sorunları, küçük bir beylik olan Osmanlı Beyliği’nin kısa zamanda büyümesini ve bir devlet oluşturmasını sağlamıştır. 1453 yılında İstanbul’un, 1517 yılında da Mısır’ın alınması sonucu Osmanlı Devleti bir imparatorluk olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun daha iyi anlaşılabilmesi için, onu belli dönemlere ayırarak incelemek mümkündür. Kuruluşundan 1600’lü yılların başına kadar Osmanlı devlet ve toplum yapısı klasik dönem olarak adlandırılır. XVII. ve XVIII. yüzyıllar ise post-klasik veya klasik sonrası dönem olarak adlandırılmaktadır. III. Selim reformlarından itibaren XIX. Yüzyıl için Tanzimat Dönemi, 1908 yılından itibaren de Meşrutiyet Dönemi olarak adlandırılabilmektedir. Bir başka dönemlendirme ise modern dönem öncesi ve modern dönem sonrası olarak yapılmaktadır. Bu dönemlendirme de dönüm noktası Tanzimat Fermanı olmaktadır.
Bu dönemlendirmelerde yönetsel ve toplumsal açıdan kurumlarda belli farklılaşmalar görülmektedir. Dolayısı ile Osmanlı İmparatorluğu’ndan söz ederken baştan sona kadar homojen –tek tip- bir yapıdan söz etmek mümkün değildir. Zaman içerisinde değişen kurumlar söz konusudur. Bunun yanı sıra Balkanlar, Anadolu, Ortadoğu, ve Kuzey Afrika’da egemenlik kuran Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm bu coğrafyada tek tip yapılar oluşturduğunu söylemek mümkün değildir. Aynı zaman dilimi içinde buralarda farklı farklı kurumlar ve işleyişler karşımıza çıkmaktadır. Sonuçta; Osmanlı İmparatorluğu’nda farklı mekanlarda ve farklı zamanlarda değişik kurum ve işleyişler yaşanmıştır.

[bgcolor=#000000]OSMANLI YÖNETİM YAPISI[/bgcolor]
Kurulduğu anda bir Türk beyliği olan Osmanlı Devleti, XVI. Yüzyıla gelindiğinde tipik bir imparatorluk haline gelmiştir. Devletin ve sistemin başında padişah/sultan vardır. Sultan yetkilerini dört farklı gelenekten almaktadır.
1-Türk gelenekleri,
2- İslam gelenekleri,
3- Doğu Roma/Bizans gelenekleri,
4- Yerel gelenekler. Bu dört gelenek modern dönemler öncesinde Osmanlı sisteminin temel kaynaklarıdır.

Siyasal iktidarın başında bulunan sultan yasamanın, yürütmenin ve yargının başıdır. Onun siyasal yetkileri, yukarıdaki geleneklerin toplamı olarak kutsanmıştır. Dolayısı ile iktidar ve onun temsilcisi olan sultan kutsal olarak kabul edilmiştir. Bu çerçevede Osmanlı iktidarı teokratik bir iktidardır. Ne var ki bu teokrasinin kaynağında bizzat dinin kendisi değil onun gelenekselleşmiş bir şekli vardır. Bu durum farklı uygulama biçimleri ile imparatorluğun sonuna kadar yaşamıştır.
Osmanlı sultanlarının kutsallığına paralel iktidarı da kabul edilmiştir. Bu yüzdendir ki sisteme karşı en ufak bir hareket dine ve geleneğe karşı kabul edilmiş ve en sert şekilde cezalandırılmıştır. Sultanın iktidarına gelebilecek en yakın tehlike Osmanlı ailesinin içindendir. Bu nedenle sultan olan kişi iktidarını daha sağlam hale getirebilmek için kardeşlerini öldürmeyi yasallaştırmıştır. Fatih Sultan Mehmet dönemine değin yazıya geçmemiş, Fatih kanunnamesi ile yazıya dökülmüş bir uygulamaya göre sultanlar devletin devamı için kardeşlerini öldürmeyi görev bilmişlerdir. Bu uygulama XVII. yüzyılın başlarına kadar devam etmiş, yüzlerce Osmanlı şehzadesi yaşamlarını yitirmiştir.

Fatih ve Kanuni dönemlerinde Osmanlı padişahları yasama yetkilerini kullanarak çok sayıda Kanunname yapmışlardır. Bu, İslam geleneği değil Türk geleneğidir. Zira İslam’da sultanın yasa koyma yetkisi yoktur. Yasayı Allah koyar, Sultan uygular. Oysa, Orta Asya Türk geleneğine göre hakanın töre/yasa koyma hakkı vardır. Osmanlı sultanları yasama yetkilerini imparatorluğun sonuna kadar saklı tutmuşlardır.
Sultan adına yürütmeyi Divan adı verilen kurum yapıyordu. Fatih dönemine kadar divanın başkanı sultanın kendisi idi. Bu dönemden sonra divanın başkanı vezir-i azam (başvezir) olmuştur. Divanda devlet yönetimi ile ilgili bütün işler sultan adına karara bağlanır, onun onayı ile uygulamaya geçerdi. Bu durum post klasik döneme değin sürmüştür. Bu dönemde divan toplantıları kalkmış, yürütme gücü ve yetkisi de vezir-i azam/sadrazama geçmiştir. Artık, sadrazam sultan adına yürütmenin başı olmuş, devlet yönetiminde Paşa kapısı/Babıali öne çıkmıştır.
Yargı, bütün siyasal sistem içinde genel siyaset sisteminin bir adım dışındadır. Osmanlı sisteminde de iki farklı hukuk sistemi vardır. Kamu hukuku açısından sistem örfi hukuk başka bir deyişle sultanın belirlediği hukuk ile işlemektedir. Kişi hukuku açısından işlemekte olan hukuk ise dinsel hukuktur. Osmanlının Müslüman reayası için şeriat hukuku gayrimüslim reayası içinde kendi cemaat hukukları geçerliydi. Bu sistem içinde üstün olan da Müslüman şeriatı idi. Müslüman şeriatı kadı mahkemelerinde uygulanmaktaydı. Kadıların tayin işlemleri de divanda yapılmakta idi. Divan-ı hümayun aynı zamanda dinsel mahkemelerin temyiz işlemlerini de yapmaktaydı.
Osmanlı sultanlarının devlet yöneticileri üzerinde sonsuz yetkileri vardı. Özellikle Fatih Sultan Mehmet’ten sonra devlet yönetiminde kul kökenli devşirmelerin egemen olması, sultanlara bu kitle üzerinde sonsuz yetkiler doğurmuştur. Sultan her hangi bir reayayı yargılanmadan cezalandıramazken, kul kökenli yöneticileri dilediği cezalandırabilmekte, onların yaşamına son verebilmekte idi. Bu çerçevede, yüzlerce üst düzey yöneticisi sultanın bir emri ile yaşamlarını yitirmişlerdir. Böylece sultanın yönetici sınıf üzerinde yargı yetkisi de ortaya çıkıyordu.
Bütün bu anlatılanlar çerçevesinde Osmanlı sultanlarının sonsuz ve sınırsız bir egemenlik anlayışından söz etmek mümkün müdür? Bu soruya farklı yanıtlar verilmektedir. Bunların birisi, Osmanlı sultanlarının şeriat ile denetlendiğidir. Bu tez yanlıştır. Zira, Osmanlı sisteminde şeriat adına söz söyleme yetkisi şeyhülislamındır. Sultanlar kimi zaman yapmak istedikleri bir uygulama hakkında şeyhülislamlardan fetva istemişlerdir. Fakat bu bir denetleme mekanizması olamamıştır. Şeyhülislamı göreve atamak ve onu görevden almak sultanın görevidir. Nitekim sultan, fetvasını beğenmediği şeyhülislamı görevden alıp yerine bir başkasını atayabilmektedir. Bunun da ötesinde Osmanlı tarihinde görevden alınıp hemen idam edilen şeyhülislamlar da vardır. Dolayısıyla din adına konuşma yetkisine sahip olan bu görevli, bir başka deyişle din, bu anlamda bir denetleyici değildir.
Osmanlı sultanlarını denetleyebilen tek kurum, sınırları ve tanımı net olarak belirlenemeyen gelenek idi. Gelenek adına kimi zaman ehl-i şer’(din adamları), kimi zaman ehl-i örf (din dışı yöneticiler), kimi zaman ehl-i seyf (silahlı kuvvetler), kimi zaman da saray ağaları, valide sultanlar gibi farklı güçler sistem içinde sultanı formel veya formel olmayan biçimlerde denetliyorlardı. Bu görüntü Tanzimat Fermanı’na kadar devam etmiştir.

OSMANLI TOPLUM YAPISI
Osmanlı toplumunda tüm ortaçağlarda olduğu gibi toplum, kabaca yönetenler ve yönetilenler olarak ikiye ayrılmıştır. Yönetici sınıfa genel olarak askeri denilmiştir. Askeri sınıf bir çok vergiden muaf ve ekonomik bölüşümden en fazla pay alan gruptur. Askeri sınıf, ehl-i şer, ehl-i örf, ehl-i seyf ve diğer yardımcı gruplardan oluşmaktadır. Ehl-i örf ve ehl-i seyf sultanın kulu sayılmaktadır. Sultanın bu gruplar üzerinde yargı hakkı vardır.
Toplumun sayısal olarak çok büyük bir kısmını oluşturan yönetilenler birkaç şekilde gruplandırılabilmektedir. Yerleşim alanlarına göre reaya (köylü), beraya (kentli) ve göçebeler. Bunlar farklı özelliklere sahip gruplardır. Bir başka gruplandırma da toplumun dinsel ve etnik yapılarına göre sınıflandırılmalarıdır. Osmanlı yönetiminde millet sistemi denilen bu yapıya göre toplum önce müslümanlar ve gayrimüslimler olarak gruplandırılmaktadır. Gayrimüslimler de Ortodokslar, Ermeniler ve Yahudiler olarak gruplandırılmıştır. XIX. yüzyılda Katolik ve Protestanlar da ayrı gruplar olarak kabul edilmişlerdir. Üçüncü gruplandırma şekli ise işlevsel aidiyetlerdir. Toplumdaki ahi grupları, tüccarlar, ve üretici köylüler de bir başka gruplandırma şeklidir.
Osmanlı toplumunda ekonomik örgütlenme esası toprağın düzenlenmesi ile oluşmuştur. Zenginliğin temelinde toprak vardır ve toprağın yüksek mülkiyeti devlete aittir. Devlet sahibi olduğu toprakları farklı amaçlara yönelik olarak düzenlemiştir. Uygulamada toprağın çok büyük bir kısmı doğrudan devlet hazinesine ayrılmıştır. Devlet belli hizmetlerin karşılanması için toprağın gelirini, tımar sistemi adı ile belli görevlilere bırakmıştır. Toprağın bir kısmı da belli sosyal görevlerin üstlenilmesi karşılığı tüzel kişilik olan vakıflara bırakılmıştır. Az miktarda da özel mülk olan topraklar bulunmaktadır.
Tüm bu topraklar üzerinde yaşayan reaya devletin temsilcisi olan görevlilere bazı vergileri ödemek zorundadırlar. Toprak reayanın istediği gibi bölüşülemez, miras bırakılamazdı. Ekilecek ürün ve miktarı belirliydi, köylü köyünü istediği gibi bırakıp gidemezdi. Bu konuda sıkı kurallar vardı. Görüldüğü gibi reaya üzerinde yoğun bir ekonomik baskı söz konusu idi.
__________________   ;D
 
Üst