Oğuz Kağan Destanı

sosyalci

Çalışkan Üye
Üye
Katılım
21 Ocak 2007
Mesajlar
464
Puanları
18
OĞUZ KAĞAN DESTANI

Günlerden bir gün Ay Kağan’ın gözü parladı. Doğum ağrıları başladı ve bir erkek çocuğu oldu. Bu çocuğun yüzü gök, ağzı ateş gibi kızıl, gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Perilerden daha güzeldi.
Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve kımız istedi. Dile gelmeye başladı. Kırk gün sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı. At sürüleri güder, at biner ve avlanırdı. Günlerden ve gecelerden sonra bir yiğit oldu.
Bu zamanda, orada büyük bir orman, birçok dereler ve ırmaklar vardı. Buraya gelen avlar ve burada uçan kuşlar çoktu. Bu ormanın içinde büyük bir canavar yaşıyordu. At sürülerini ve halkı yerdi. Büyük ve yaman bir canavardı. Ağır bir şekilde halka cefa etmişti. Oğuz Kağan cesur bir adamdı. Bu canavarı avlamak istedi. Günlerden bir gün ava çıktı. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanla ava gitti. Bir geyik ele geçirdi. Onu söğüt dalı ile bir ağaca bağladı ve oradan ayrıldı.
Sonra sabah oldu. Tan ağarırken yine geldi ve gördü ki; canavar geyiği almıştı.
Arkasından Oğuz Kağan bir ayı tuttu. Onu altın kuşağı ile ağaca bağladı, gitti. Yine sabah oldu. Tan ağarırken tekrar geldi ve gördü ki; canavar ayıyı da almıştı.
Bu sefer ağacın altında kendisi durdu. Canavar geldi ve başı ile Oğuz’un kalkanına vurdu. Oğuz kargıyı canavarın başına sapladı ve onu öldürdü. Kılıcı ile başını koparıp, aldı gitti. Tekrar geldiği zaman gördü ki; bir ala doğan canavarın bağırsaklarını yemektedir. Yay ve okla ala doğanı öldürdü ve başını kesti.
Sonra dedi ki: “Canavar geyiği ve ayıyı yedi. Kargım demir olduğundan dolayı, onu öldürdü. Canavarı da ala doğan yedi, okum bakır olduğu için onu öldürdü”.
Yine günlerden bir gün Oğuz Kağan, bir yerde Tanrı’ya yalvarmaktaydı. Karanlık bastı. Gökten bir ışık indi. Güneşten ve aydan daha parlaktı. Oğuz Kağan oraya yürüdü ve gördü ki; o ışığın içinde bir kız var. Yalnız oturuyor. Başında ateşli ve parlak bir tacı bulunuyordu. Kutup Yıldızı gibiydi. O kız öyle güzeldi ki; gülse gök gülüyor, ağlasa gök ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce aklı gitti, sevdi aldı.
Günler ve gecelerden sonra gözleri parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gün adını koydular. İkincisine Ay adını verdiler. Üçüncüsüne de Yıldız ismini taktılar.
Yine bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önündeki göl ortasında, bir ağaç gördü. Bu ağacın kovuğunda bir kız duruyordu. O da yalnız oturuyordu. Çok güzel bir kızdı. Gözü gökten daha gök idi. Saçı ırmak gibi dalgalıydı. Dişi inci gibi idi. Öyle güzeldi ki, eğer yeryüzünün halkı onu görse; “Eyvah ölüyoruz !” der ve tatlı süt, acı kımız olurdu. Oğuz Kağan onu görünce aklı gitti. Yüreğine ateş düştü. Onu sevdi, aldı.
Günler ve gecelerden sonra gözleri parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gök adını koydular. İkincisine Dağ adını verdiler. Üçüncüsüne de Deniz ismini taktılar.
Sonra Oğuz Kağan büyük bir toy tertip etti. Halka emir gönderdi...Oğuz Kağan halkı çağırınca, halk birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kağan kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Türlü yemekler, türlü şuruplar, tatlılar ve kımızlar yediler, içtiler. Toydan sonra Oğuz Kağan beylere ve halka buyruk verdi.

Ondan sonra Oğuz Kağan dört tarafa emirler yolladı. Fermanlar yazdı ve elçilere verip, gönderdi. Bu tebliğlerde şöyle yazılmıştı: “Ben Türk kağanıyım ve yeryüzünün dört yanının hükümdarı olsam gerek. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul ederek, onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim, düşman sayarak, ona karşı asker çıkarır ve derhal baskın yapıp, onun astırır, yok ettiririm”.
Yine o çağlarda sağ yanda Altun Kağan adında bir hükümdar vardı. Bu Altun Kağan, Oğuz Kağan’a elçi yolladı. Pek çok altın, gümüş takdim etti ve yakut taşlar, bir sürü mücevher göndererek, bunları Oğuz Kağan’a saygı ile sundu. Ona itaat etti, iyi hediyelerle dostluk kurdu ve onunla dost oldu.
Sol yanında Urum (Roma) adında bir Kağan vardı. Bu kağanın askeri ve şehirleri pek çoktu. Bu Urum Kağan, Oğuz Kağan’ın emrini dinlemezdi. Onun arkasından gitmezdi. “Ben onun sözünü tutmam.” diyerek, emrine bakmadı. Oğuz Kağan gazaba gelerek, onun üzerine yürümek istedi. Bayrağını açarak, askeriyle ona karşı yürüdü.
Kırk gün sonra Muz Tag (Buz Dağ) adında bir dağın eteğine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağan’ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı. Bu boz kurt Oğuz Kağan’a seslendi ve “ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; ben de senin önünde yürümek istiyorum” dedi.
Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını toplattı ve gitti. Gördü ki, askerin önünde gök tüylü ve gök yeleli bir erkek kurt yürümektedir. Kurdun ardı sıra ordu gitmektedir.
Gök tüylü ve gök yeleli bu büyük erkek boz kurt birkaç gün sonra durdu. Burada İtil Müren adında bir ırmak vardı. Bu İtil Müren’in kenarında bir kara dağın önünde savaş başladı. Okla, kargı ile ve kılıçla vuruştular. Askerlerin arasında çarpışma büyük, halkın arasında kaygı çok oldu. Oğuz Kağan yendi ve Urum Kağan kaçtı. Oğuz, Urum Kağan’ın imparatorluğunu ve halkını aldı. Onun ordugâhına pek çok cansız ve canlı ganimet düştü.
Sonra Oğuz Kağan askerleriyle İtil adındaki ırmağa geldi. İtil büyük bir ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve “İtil’in suyunu nasıl geçeriz?”, dedi. Asker arasında iyi bir bey vardı. Onun adı, Ulug Ordu Bey idi. Gördü ki, bu yerde pek çok dal ve pek çok ağaç var. O ağaçları kesti ve ağaçların üzerine yattı, geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve “Sen burada bey ol, senin adın Kıpçak Bey” olsun, dedi.
Oğuz Kağan her zaman bir alaca ata binerdi. O, bu atı pek çok severdi. Yolda bu at gözden kaybolup, kaçtı. Burada büyük bir dağ vardı. Üstünde don ve buz bulunuyordu. Onun başı soğuktan ap-aktı. Bunun için adı Muz Tag (Buz Dağ) idi. Oğuz Kağan’ın atı bu Muz Tag’ın içine kaçtı, gitti. Oğuz Kağan bundan çok üzüntü ve ızdırap çekti. Asker arasında bir kahraman bey yer alıyordu. Ne Tanrı’dan, ne de şeytandan korkardı. Yürüyüşe ve soğuğa dayanıklı bir erdi. O bey dağlara girdi, yürüdü. Dokuz gün sonra atı Oğuz Kağan’a getirdi. Muz Tag’da çok soğuk olduğundan, o bey karlara bulanmış, bembeyazdı. Oğuz Kağan sevinçle güldü ve “Sen buradaki beylere baş ol ve senin adın ebediyen Karluk olsun.” dedi. Ona çok mücevher bağışladı ve ilerledi.
Yolda büyük bir ev gördü. Bu evin duvarı altından, pencereleri gümüşten ve çatısı demirdendi. Kapalı idi ve anahtar yoktu. Asker arasında çok becerikli bir adam vardı. Adı Tömürdü Kagul idi. Ona buyurdu; “Sen burada kal ve çatıyı aç, açtıktan sonra orduya gel”. Bunun üzerine ona Kalaç adını koydu ve ilerledi.
Yine bir gün gök tüylü ve gök yeleli erkek bozkurt durdu. Oğuz Kağan da durdu ve çadırını kurdurdu. Burası tarlasız ve çorak bir yerdi. Buraya “Çürçet” diyorlardı. Büyük bir yurt idi. Atları çok, öküzleri ve buzağıları bol, altın ve gümüşleri çok, mücevherleri oldukça fazlaydı. Burada Çürçet Kağan ve onun halkı Oğuz Kağan’a karşı geldiler. Vuruşma ve çarpışma başladı. Oklarla, kılıçlarla savaştılar. Oğuz Kağan yendi. Çürçet Kağan’ı mağlup etti. Vuruşmadan sonra Oğuz Kağan’ın askerlerine, maiyetine ve halkına öyle büyük bir ganimet düştü ki, yüklemek ve götürmek için at, katır ve öküz az geldi. Oğuz Kağan’ın askeri arasında tecrübeli ve gayet becerikli bir adam bulunuyordu. Onun adı Barmaklıg Çosun Bilge idi. Bu becerikli usta, bir araba yaptı. Arabaya cansız ganimetleri yükledi. Arabanın ön tarafına canlı ganimetleri koydu. Onlar çektiler, gittiler. Oğuz Kağan’ın maiyeti ve halkı, hepsi bunu gördü ve şaşırdı. Onlar da araba yaptılar. Bunlar arabayı çekerken, sürekli “kanga, kanga” diye bağırıyorlardı. Onun için onlara “Kanga” adını koydular. Oğuz Kağan arabaları gördü, güldü ve “Kanga, kanga ile cansızı canlı yürütsün, sizin adınız Kangalug olsun ve bunu araba göstersin.” dedi, gitti.
Yine söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki, Oğuz Kağan’ın yanında aksakallı, kır saçlı, engin düşünceli bir ihtiyar vardı. O anlayışlı ve asil bir adamdı. Oğuz Kağan’ın veziriydi. Adı “Ulug Türk” idi. Günlerden bir gün uykuda bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu altın yay gün doğusundan, ta gün batısına kadar ulaşmıştı ve üç gümüş ok ta kuzeye doğru gidiyordu. Oğuz Kağan’a anlattı ve dedi ki; “Ey kağanım, senin ömrün hoş olsun. Gök Tanrı düşümde verdiğini gerçeğe dönüştürsün. Tanrı bütün dünyayı senin soyuna bağışlasın”!
Oğuz Kağan, Ulug Türk’ün sözünü beğendi. Onun öğüdünü dinledi ve nasihatine göre hareket etti. Ondan sonra sabah olunca büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve “Benim gönlüm avlanmak istiyor. İhtiyar olduğum için benim artık cesaretim yoktur. Gün, Ay ve Yıldız sizler doğu tarafına gidin. Gök, Dağ ve Deniz sizler de batı tarafına gidin.” dedi. Ondan sonra üçü doğu yönüne, üçü de batı tarafına gittiler.
Gün, Ay ve Yıldız çok av hayvanı ve kuş avladıktan sonra yolda bir altın yay buldular. Onu aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi. Güldü, yayı üçe böldü ve “Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun; yay gibi okları göğe atın.” dedi.
Gök, Dağ ve Deniz pek çok av hayvanı ve kuş avladıktan sonra yolda üç gümüş ok buldular. Aldılar ve babalarına sundular. Oğuz Kağan sevindi. Güldü, okları üçe üleştirdi ve “Ey küçük oğullarım, oklar sizlerin olsun. Yay oku atar; sizler de ok gibi olun.” dedi.
Ondan sonra Oğuz Kağan büyük bir kurultay topladı. Maiyetini ve halkını çağırdı. Onlar geldiler ve müşavere ettiler. Oğuz Kağan büyük ordugâh...sağ yanına kırk kulaç direk diktirdi. Üstüne bir altın tavuk koydu, dibine bir ak koyun bağladı. Sol yanına kırk kulaç direk diktirdi. Üstüne bir gümüş tavuk koydu, altına bir kara koyun bağladı. Sağ yanda Boz-Oklar oturdu. Sol yanda Üç-Oklar oturdu. Kırk gün, kırk gece yediler, içtiler ve sevindiler.
Sonra Oğuz Kağan oğullarına yurdunu üleştirip verdi ve “Ey oğullarım ben çok yol aştım, çok vuruşmalar gördüm. Çok kargı ve çok ok attım. Atla çok yürüdüm. Düşmanları ağlattım, dostlarımı güldürdüm. Ben Gök Tanrıya borcumu ödedim. Şimdi yurdumu size veriyorum.” dedi...
 
Üst