Musul Kerkük Sorunun Tarihsel Gelişimi

erkanisanmaz

Site Yöneticisi
Yönetici
Admin
Katılım
21 Ocak 2007
Mesajlar
8,562
Puanları
683
Yaş
48
Konum
Denizli
Web sitesi
www.sosyalbilgiler.biz
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı orduları büyük kahramanlıklar ve başarılar göstermelerine karşın, mensup oldukları İttifak’ın yenilmesi nedeniyle, yenik sayıldılar. Altı yüzyıldır dünyanın en büyük devletlerinden biri olan Devlet-i Ali Osmaniye’nin toprakları, bu büyük savaşın neticesinde, İngiltere, Fransa, İtalya ve hatta Yunanistan gibi ülkeler arasında paylaşılmaya başlandı. Galip devletlere Osmanlı topraklarını zapt etme imkanı tanıyan Mondros Mütarekesi’nin ardından, Anadolu’nun dört bir yanı düşman orduları tarafından işgal edilmeye başlandı. Bu fiili işgalin ardından gelen Sevres Anlaşması ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün ve topraklarının Batılı ülkeler tarafıdan bölüşülmesinin resmi ilanıydı. Sevres’e göre, Türkler için vatan olarak sadece Orta Anadolu’da küçük bir toprak parçası bırakılıyordu.
Ancak Türk Milleti bu plana boyun eğmedi. I. Dünya Savaşı sona erip ateşkes imzalandığında elindeki topraklar ne ise, bundan geri adım atmayacağına yemin etti ve bunu tüm dünyaya duyurdu. Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde kabul ve ilan edilen Misak-ı Milli (Milli Ant), son derece haklı olarak, ateşkes sırasındaki sınırların korunacağını ve düşmanın oldu-bittilerinin kabul edilmeyeceğini hükme bağlıyordu.
Sonra da Türk Milleti, Misak-ı Milli’de çizilen hudutları korumak ve işgalden kurtarmak için, yine Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde, Milli Mücadele’yi başlattı. Doğu Anadolu’yu işgal eden Ermeniler, Kazım Karabekir Paşa komutasındaki ordumuz tarafından püskürtüldü. Güneydoğu Anadolu’ya el uzatan Fransızlar, yerel halkın gösterdiği kahramanca direnişle durduruldu. Batı Anadolu’yu işgal eden Yunan kuvvetleri ise, önce yerel Kuvay-ı Milliye grupları, ardından Ankara Hükümeti’nin kurduğu düzenli ordu tarafından yenilgiye uğratıldılar. Misak-ı Milli, 1912’den beridir sürekli savaşlar ve işgallerle yorulmuş olan Anadolu halkının gösterdiği olağanüstü bir cesaret, kahramanlık, azim ve inançla gerçeğe dönüştü. İşgal altındaki yurt toprakları kurtarıldı.
Ancak Misak-ı Milli sınırları içinde olmasına rağmen kurtarılamayan, oyun ve hilelerle Türkiye’den gasp edilen bir vatan toprağı vardı: Musul Vilayeti. Musul, Kerkük ve Süleymaniye sancaklarını içeren bu Osmanlı vilayeti, Mondros Ateşkesi yürürlülüğe girdiğinde (31 Ekim 1918, saat 12.00’de), Osmanlı ordusunun kontrolündeydi. Ali İhsan Paşa’nın komutasındaki Türk ordusu, İngiliz ilerleyişini durdurmuş ve Musul’u güvenceye almıştı. Mütareke şartlarına göre bu andan itibaren yeni bir askeri operasyon yapılmaması, orduların mevcut durumlarını muhafaza etmeleri gerekiyordu. Ancak İngilizler, detaylarını ilerleyen sayfalarda inceleyeceğimiz bir hile ile, Musul’a yürüdüler ve savaşın yeniden başlamaması için geri çekilen Osmanlı ordusundan kenti gasp ettiler. Haksız bir şekilde elde ettikleri vilayetten bir daha da çıkmadılar. Kurtuluş Savaşı sonrasında ise, bölgenin Türkiye’ye değil, kendi mandaları altındaki Irak’a verilmesi için diplomatik baskılar, manevralar ve oyunlar yaptılar. Türkiye’nin bölgede halk oylaması yapılması istediğine karşı çıktılar ve konuyu kendilerinin büyük nüfuzu altında olan — Türkiye’nin ise üye bile olmadığı — Milletler Cemiyeti’ne havale ettiler. Eğer halk oylaması yapılsaydı, Musul vilayetinde yaşayanların büyük çoğunluğu, İngiliz Mandası altındaki Irak yerine bağımsız Türkiye’ye katılmak isteyeceklerdi.
Kısacası eğer uluslararası hukukun gerekleri ve bölge halkının istekleri gözetilseydi, “Kuzey Irak’ olarak bildiğimiz Musul, Kerkük ve civarı, bugün Türkiye’nin bir parçası olacaktı. Bu, bilinmesi ve asla unutulmaması gereken bir gerçektir.
Peki bu tarihsel gerçek bugün için ne ifade etmektedir?
Bu sorunun cevabının "Kuzey Irak’ı yeniden ele geçirmek" olmadığını hemen belirtelim. Böyle bir hedef, yani Türkiye’nin askeri güç kullanarak bölgeyi fethetmesi gibi bir düşünce, gerçekçi değildir, Başta ABD olmak üzere uluslararası topluluğun böylesine bir girişime engel olacağı, dahası Kuzey Irak’taki halkın önemli bir bölümünün buna karşı koyacağı açıktır. Zaten Türkiye’nin böyle bir politikası yoktur ve hiç olmamıştır. Büyük Önder Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesine sonuna kadar bağlı olan devlet erkanımız, başta Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Komuta Kademesi olmak üzere, Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik bir işgal hedefinin ve niyetinin hiçbir zaman var olmadığını defalarca ifade etmişlerdir.
Dolayısıyla Türkiye’nin Irak’a — ve diğer Osmanlı bakiyesi ülke ve bölgelere — yönelik politikası, barışçı ve dostane bir yaklaşımla yakın kültürel ve ticari ilişkiler kurmak, siyasi olarak da ortak politikalar geliştirip uygulamak temelinde olmalıdır. Kuzey Irak ise bu açıdan birinci derecede öncelik sahibidir: Çünkü bu bölge Türkiye’nin yanıbaşındadır ve 1980’li yılların başlarından bu yana ülkemizde büyük acılara neden olmuş ayrılıkçı terör hareketiyle de yakından ilgilidir. Ülkemizdeki Kürt kökenli vatandaşlarımızı kışkırtmak isteyen bölücü akım, Kuzey Irak’ta hem zemin bulmakta hem de oradaki Kürt grupların siyasi hedefleriyle kendisininki arasında paralellik kurarak moral destek sağlamaktadır.
Türkiye’ye hasmane duygular besleyen bir Kuzey Irak tablosunun ortaya çıkması, bu nedenlerle, son derece sakıncalı olur. Bunun aksine, Türkiye’ye dost bir Kuzey Irak tablosunun ortaya çıkması ise, ülkemizin en önemli meselelerinden biri olan “Güneydoğu Sorunu”nun çözümünde çok önemli bir katkı sağlar.
Dolayısıyla, Türkiye’nin “Musul-Kerkük Politikası”nın temelinde, bu bölgeyle zaten var olan kültürel ve ticari bağların güçlendirilmesi, bölgede istikrarsızlık ve kargaşanın önlenmesi, bölge insanlarının kalplerinin ve zihinlerinin kazanılması, kısacası Türkiye’ye dost bir “Kuzey Irak tablosu” inşa edilmesi hedefi yer almalıdır.
Bu tezi mümkün kılan en önemli etken, bugün “Kuzey Irak’ olarak bildiğimiz coğrafyada yaşayan üç önemli etnik grubun da Türkiye ile yakın tarihsel, dini ve kültürel bağlarının oluşudur. Bu üç grup, sırasıyla, Kuzey Irak’lı Kürtler, Türkmenler ve Sünni Araplar’dır.
Kürtler, asırlardır Türklerle birlikte ortak bir yaşam kurmuş, ortak bir geçmişi paylaşmış bir halktır. Özellikle Osmanlı döneminde Türkler ve Kürtler arasındaki birliktelik perçinlenmiştir. Osmanlı’nın çöküşü sırasında Arnavut ve Araplar arasındaki diğer bazı Müslüman grup ve aşiretlerin aksine, Kürtler Osmanlı’ya sadakat göstermeye devam etmişler, İngilizlerin kışkırtmalarına karşı Türk ordusunun yanında yer almışlardır. Kuzey Iraklı Kürtlerin akrabaları, bugün hala sınırın kuzeyinde, Türkiye’de yaşamaktadır. Kürtleri Türkiye ve Türk Milleti aleyhinde kışkırtmak için onyıllardır sürdürülen çeşitli propagandalara rağmen, tarihsel olarak Türklerle kardeş bir millet olan Kürtlerin Türkiye tarafından kazanılmaları mümkündür. Bunun detaylarını ilerleyen sayfalarda inceleyeceğiz.
Kuzey Irak’taki ikinci önemli etnik unsur ise, nüfusları 2 milyonu aşkın olmasına rağmen uluslararası topluluğun ve kamuoyunun hemen hiç ilgi göstermediği Türkmenler’dir. Türk dilini konuşan, etnik olarak Türk olan ve Türkiye’den 80 yıl önce kopmuş olmalarına rağmen hala bu ülkeye anavatan gözüyle bakan Türkmenler, hiç kuşkusuz Türkiye’nin bölgedeki en önemli stratejik ortağıdır. Nitekim özellikle son dönemde Türkmenler ile Türkiye arasındaki dayanışma ve işbirliğinde önemli bir artış görülmektedir. Türkmenlerin yeni kurulacak Irak yönetiminde daha etkin hale gelmeleri, Bağdat’taki önemli pozisyonlarda söz sahibi olmaları, özellikle de kendi bölgelerinde yerel yönetime hakim olmaları, Türkiye tarafından mutlaka desteklenmesi gereken son derece önemli ve haklı taleplerdir.
Bölgede bulunan üçüncü etnik unsur ise Sünni Araplar’dır. Türk Milleti ile aynı dini anlayışa sahip olan bu insanların çoğunun akrabalarının ülkemizde yaşadığının hep akılda tutulması gerekir. Irak’ta onyıllardır süren Sünni Arap iktidarının ABD’nin ikinci Irak savaşı ile birlikte tarihe karıştığı ve Irak’ın geleceğinin büyük olasılıkla ülkenin çoğunluğunu oluşturan Şii Araplar tarafından belirleneceği hesaba katılırsa, Kuzey Irak’taki Sünni Arapların da kendilerini kucaklayacak bir Türkiye’ye sıcak bakacakları sonucuna varmak güç olmaz.
Bu üç farklı etnik yapının varlığı, Türkiye’nin bölgeye geniş bir perspektiften bakmasını gerektirmektedir:
Türkiye’nin, bölgede kültürel, ekonomik ve siyasi bir etki elde edebilmesi, bölgenin kalkınmasında rol oynaması ve geleceğinde söz sahibi olması içinse, sadece Türkmenlerin değil, tüm bölge halkının desteğini kazanması gerekmektedir. “Kürtlere karşı Türkmenler” şeklinde bir denklem ortaya koymak, bölgedeki gerilimi artırmak ve Türkmenleri tehlikeye atmaktan başka bir sonuç vermez. (Türkmenleri korumanın yolu, onlar ile Kürtlerin arasını bulmak, bir kısım Kürtlerin etnik radikalizmini sakinleştirmekten geçmektedir.) Türkiye, Osmanlı’dan miras kalan Kuzey Irak’a, "Osmanlı vizyonu"yla, yani farklı etnik kimlikleri kucaklayan, onları ortak bir din kardeşliği duygusu içinde kaynaştıran ve modern, demokratik, özgür, çağdaş bir ülke hedefinde birleştiren bir söylem ve politikayla yaklaşmalıdır.
Kitabın bu Giriş kısmında özetlediğimiz tüm bu tarihsel gerçekleri ve stratejik vizyonu, ilerleyen sayfalarda daha detaylı olarak ele alacağız.

Musul-Kerkük Meselesinin Tarihçesi
Musul Bölgesi, I. Dünya Savaşı sonlarına kadar Batılı kaynaklarda genellikle, Irak’tan ayrı olarak, yukarı “El-Cezire” bölgesi içinde gösterilmekteydi. I. Dünya Savaşı’ndan sonra ise bölge, siyasî sebepler yüzünden, bir başka deyişle İngiltere’nin menfaatleri gereğince, Irak’ın parçası olarak kabul edildi ve öyle tanımlandı.
Gerçekte bölge, son bin yıldır Türk egemenliği altında oldu. Musul, ilk olarak 1055-1056 yıllarında Selçuklu Devleti’ne bağlandı. Bu tarihten itibaren Türkleşen Musul, I. Dünya Savaşı sonuna kadar farklı Türk devlet ve beylikleri tarafından yönetildi ve Türkler tarafından bir vatan toprağı olarak kabul edildi. Osmanlı Devleti öncesinde bölgede hepsi de Türk devlet ve beylikleri sayılan Zengiler, Timurlular, Akkoyunlular ve Safeviler hakimiyet kurdu.
Musul, Osmanlı hâkimiyetine ise Yavuz Sultan Selim’in 1514 tarihli Çaldıran Seferi’yle girdi. Kanuni Sultan Süleyman’ın 1534-1535 yıllarında gerçekleştirdiği Bağdat Seferi’yle bu hâkimiyet perçinlendi. Osmanlı hâkimiyeti ile birlikte Musul; Süleymaniye, Kerkük ve Musul sancaklarından meydana gelen bir vilâyetin merkezi oldu. 20. yüzyılın başlarında Musul vilayetinin nüfusu 350.000 civarındaydı.
Avrupalı sömürgeci devletlerin Musul üzerindeki emelleri ise, bu bölgenin çok önemli bir petrol yatağı olduğunun anlaşılmasıyla başladı. Özellikle İngiltere, 1910’lu yılların başından itibaren, gerek petrol kaynakları gerekse Hindistan yolu açısından taşıdığı stratejik yol nedeniyle Irak’ın geneline ve özellikel de Musul vilayetine göz dikti.
I. Dünya Savaşı, Avrupalı sömürgeci devletlerin hayallerini gerçekleştirmeleri için büyük bir fırsat oldu. Henüz savaş devam ederken İngiltere ve Fransa, gizlice imzalanan Sykes-Picot Anlaşması ile Ortadoğu’yu bölüşmüşler, Irak’ın İngiliz sömürgesi olması karara bağlanmıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya safında savaşa katılması, İngiltere ile Osmanlı’yı Ortadoğu’da karşı karşıya getirdi. İngiliz saldırısı ile açılan Irak Cephesi’nde, Hindistan’dan gönderilen İngiliz kuvvetleri Basra’ya çıkarak kısa zamanda Bağdat’a kadar ilerlediler. Ancak Osmanlı Orduları İngiliz ilerleyişini durdurdu ve Irak Cephesi’nde önemli başarılar elde etti.
Burada özellikle 1916 yılındaki Kut’ul-Amer zaferini belirtmek gerekir. Dicle nehrinin kıyısındaki bu kasaba, İngilizler tarafından ele geçirildikten sonra Halil Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunca kuşatılmış ve İngilizler ağır kayıplar vererek teslim olmak zorunda kalmışlardır. I. Dünya Savaşı’nın tarihçesini anlatan bir makaleye göre, bu zafer, “İngiliz ordusunun tarihindeki en büyük aşağılanmadır. Türkler — (ve onların müttefiki olan) Almanya — içinse, çok önemli bir moral takviyesi olmuş ve Ortadoğu’daki İngiliz etkisini tartışılmaz bir biçimde azaltmıştır."1 Bu zaferin en önemli yönlerinden biri ise, bölgedeki Arapların hepsinin İngilizlere karşı Osmanlı ordusunun yanında yer almış, hatta bazılarının çatışmaya katılmış olmasıdır. Kut’ul-Amer, Osmanlı’nın Türk olmayan Müslüman tebasının, Osmanlı’ya sadakatini gösteren çok önemli bir tarihsel gerçektir ve tüm Arapların Osmanlı’ya ihanet ettikleri yönündeki asılsız söylemi geçersiz kılmaktadır.
Osmanlı orduları, Irak cephesindeki bu büyük başarıya rağmen, savaşın son iki yılında geri çekilmek zorunda kaldı. Ancak Irak’ın kuzeyini yine de başarıyla korudu. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada Ali İhsan (Sabis) Paşa 6. Ordu Kumandanı olarak Musul’da bulunuyordu. İngilizler ise ani bir işgal hareketi ile Musul’a egemen olmak istiyorlardı.
Mütareke’nin yürürlüğe girdiği andan (31 Ekim 1918 günü, saat 12.00’de) itibaren, 6. Ordu birlikleri batıdan doğuya doğru Rakka, Miyadin, Telâfer, Dibeke, Çemçemal, Süleymaniye hattı üzerinde yer alıyordu. İngiliz kuvvetleri ise EI-Hazar, Gayyare, Altınköprü, Kerkük, Hanikin hattında bulunuyordu.2 Yâni Mütareke’nin imzalandığı gün, Kerkük merkezi hariç, Musul ve Musul vilâyetinin büyük bir kısmı Osmanlı Ordusu’nun elinde idi. Mütareke hükümlerine göre bölgede bulunan bütün kuvvetlerin yerlerinde kalmaları gerektiği halde, İngiliz kuvvetleri buna uymadılar. İlerlemeye devam eden İngilizler, l Kasım’da Hamamalil’e girdiler. Buradan Musul’u işgal edecekleri tehdidinde bulunarak Türk kuvvetlerinin Musul şehrinden 5 km. kuzeye çekilmelerini istediler.
Ali İhsan Paşa, İngilizler’in bu talebini Sadrazam’a bildirdi. Bir seri telgraf görüşmeleri sonucunda Sadrazam, Ali İhsan Paşa’ya 8 Kasım tarihli telgrafı ile, kan dökülmesini engellemek için, 15 Kasım günü şehrin boşaltılması emrini verdi. Ali İhsan Paşa, bu emre uygun olarak 10 Kasım’da Musul’u İngilizlere terk etti, ordu karargahı ile birlikte Nusaybin’e doğru çekildi.3
Kısacası Musul, Mütareke hükümlerine ve uluslararası savaş kurallarına aykırı bir şekilde işgal edildi. Misak-ı Milli’ye göre güney sınırlarının tesbiti meselesinde Mütareke’nin yürürlüğe girdiği andaki ordumuzun fiili durumunun temel bir kıstas olarak dikkate alınması, bu nedenle son derece haklı ve önemli bir karardır ve İngiliz olup-bittisine karşı milli haklarımızı korumak anlamına gelmektedir.
Misak-ı Milli, son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı tarafından 28 Ocak 1920 tarihli gizli oturumda kararlaştırıldı. Misak-ı Milli’nin birinci maddesi, Türkiye’nin güney sınırlarını belirliyordu. Bu maddede şöyle yazılıydı:
“Osmanlı Devleti’nin özellikle Arap çoğunluğunun yerleşmiş olduğu (30 Ekim 1918 günkü Mütareke yapıldığı sırada) düşman ordularının işgali altında kalan bölgelerin geleceğinin, haklarını serbestçe açıklayacakları rey sonucu belirlenmesi gerekir; söz konusu mütareke çizgisi içinde din, soy ve amaç birliği bakımlarından birbirlerine bağlı olan, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen soy ve toplum ilişkileri ile çevrelerinin koşullarına saygılı Osmanlı-İslâm çoğunluğunun yerleşmiş bulunduğu kesimlerin tümü ister bir eylem, ister bir hükümle olsun, hiçbir nedenle birbirinden ayrılamayacak bir bütündür”.
Buna göre mütareke hattı esas alındığında Musul, Kerkük ve Süleymaniye’nin ve diğer tarafta Hatay bölgesinin Anadolu’nun ayrılmaz bir parçası olduğu açıktı.
Mütareke anında Türk Ordusu’nun Gayyare’de bulunduğu gerçeği tüm kaynaklarca kabul edilmektedir. Sadece Kerkük sancağı 31 Ekim tarihi itibariyle İngiliz kuvvetlerinin eline geçmiş olarak gösteriliyorsa da4 Nejat Kaymaz, General Sedat Doğruer’in eserine dayanarak “Kerkük’ün de savaşın durması gereken saatten sonra İngilizler’in eline geçmiş olabileceği” ihtimalinin kuvvetle muhtemel olduğuna işaret etmektedir. Aslında bunun bir ihtimal olmadığını, kesin bir gerçeği ifade ettiğini Mustafa Kemal Paşa’nın tespitlerinden anlamak mümkündür. Mustafa Kemal Paşa daha Misâk-ı Mîllî ilân edilmeden önce Ankara’ya gelişinin ertesi günü Ziraat Okulu’nda yaptığı 28 Aralık 1920 tarihli konuşmasında haksız işgali dile getirerek Musul’un Mütareke anında Türk Ordusu’nun hâkimiyetinde bulunduğunu ifâde etmiş, İngiliz işgalini İstanbul’un işgalinde olduğu gibi haksız ve Mütareke hükümlerine uymayan bir teşebbüs olarak değerlendirmiştir.
Ancak İngilizler’in Musul’u işgal etmeleri askeri anlamda bir statü değişikliğinden başka bir anlam taşımayacaktı. Musul’u işgal ettiler, fakat bölgeye hâkim olamadılar. Bölgedeki aşiretleri kontrol altında tutma konusunda başarısız oldular. Kerkük ve Süleymaniye halkı İngiliz himayesine karşı direnişe geçti. Kürt, Arap veya Türkmen olsunlar, tüm Müslüman kabileler İngilizler’e vergi vermekte direnmişler, sık sık İngilizlere karşı eylemler
 
Üst