Meşrutiyete Giden Yol

Performans

Çalışkan Üye
Üye
Katılım
26 Ocak 2007
Mesajlar
523
Puanları
63
Konum
TÜRKİYE
Meşrutiyete Giden Yol


Islahat Fermanı'ndan sonra da devletin ıslahına ve yeni müesseselerin kurulmasına devam edildi. Meşrutiyete giden yolda bu ıslahatların ikisi son derece önemlidir. Bunlardan birincisi Teşkilat-ı Vilayet Nizamnamesi'dir. Nizamnameye göre idari taksimat şu sırayı takip etmiştir: Vilayet, Liva, Kaza, Karye. Kazaların birer "idare meclisi" vardır. Burada ikisi Müslüman, ikisi de gayrimüslim dört seçilmiş üye bulunacaktı. Üyeler halk tarafından seçilmiş kimseler olacaktı. Köylerde ise, seçim prensibi daha geniş bir uygulama alanı bulmuştu. Her köyün iki muhtarı ve ihtiyar meclisinin bütün üyeleri Köy halkı tarafından seçilecekti. Bu suretle Osmanlı Devleti'nde seçim prensibi, mahalli idare kadrosu içinde ilk olarak uygulandı. Seçilmiş olan bu üyeler, 1876 da ilan edilmiş olan Meşrutiyetin ilk genel seçimlerinde ikinci seçmen addedilmişlerdi.

1868'de Meclis-i Vala'nın yeniden düzenlenerek Divan-ı Ahkam-ı Adliye ve Şura-yı Devlet (Danıştay) (10 Mayıs 1869) olarak ayrılması da meşrutiyet rejimi için bir adım teşkil etmiştir. Şura-yı Devlet müşterek bir kanaata göre "iptidai bir Meclis-i Mebusan"dı. Osmanlı devlet teşkilatında ilk defa böyle bir müessese doğmuş oluyordu. Şura'ya parlamento görüntüsü veren özelliği vilayet meclisleriyle temasından doğmuştur.

Meşrutiyet'e giden yoldaki en önemli hukuk reformlarından biri de hiç şüphesiz Mecelle olarak bilinen ve ilk bölümü 1870'de yayınlanan ve 1888'de tamamlanan yeni bir medenî kanunun ilanıydı. Mecelle zamanın entellektüel hayatında önde gelen bir sima olan Ahmet Cevdet Paşa'nın başkanlığında hazırlandı. (1822-1895)

Tanzimat Döneminde Basın

Osmanlı Devletinde Türkçe olarak yayınlanan ilk gazete, devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayî idi. (1831) Ondan sonra sahibi İngiliz olan Ceride-i Havadis 1840'da kuruldu. Bu gazetenin de yarı resmî bir niteliği vardı. Bu itibarla 1860 da Çapanzade Agah Efendi'nin çıkardığı Tercüman-ı Ahval; sivil gazeteciliğin başlangıcı kabul edilir. Bu gazetenin yazarlarından biri olan Şinasi de 1862'de kendi gazetesi Tasvir-i Efkar'ı kurdu. 1863'de Namık Kemal Mirat gazetesini çıkardı. Daha sonra Şinasi'nin Tasvir-i Efkar'ını da devraldı. 1867'de de Ali Suavi Muhbir'i çıkardı. Bunları 1871'de Namık Kemal'in İbret'i, 1869 da Basiretçi Ali'nin Basiret Gazetesi izlemiştir. Gazete sayıları 1870'ten itibaren daha da artmıştır. Ancak trajları düşüktür. Fakat o devirde, akşamları mahalle kahvelerinin bir çeşit kulübe, ya da kıraathaneye (okuma odası) dönüştüğü, gazetelerin etki alanının trajlarından çok daha fazla olacağı düşünülebilir. Gazetelerin çoğalması, rekabetin başlaması demekti. Bu da merkezi idarenin hoşnutsuzluğuna yol açtı. Hükümet 1864'te Matbuat Nizamnamesini çıkardı. Ertesi yıl Ali Paşa hükümetine karşı meslek adına bir gizli örgüt kurulmasında Nizamnamenin bir payı olduğu varsayıldı. Ve 1865 yılında, başta Namık Kemal olmak üzere Genç Osmanlılar çeşitli yerlere sürgün edildiler. Ancak Ali Suavi, Namık Kemal, Ziya Paşa (Bey) gibi önde gelen isimler bir fırsatını bularak, hürriyetin beşiği olarak kabul ettikleri Fransa'ya kaçtılar ve hürriyet mücadelelerine orada devam ettiler.

Yeni Osmanlılar hareketi içindeki en önemli kişi hiç şüphesiz Namık Kemal'di. Namık Kemal 1870'de tekrar İstanbul'a döndü. 1873'de Vatan Yahut Silistre oyununu sergiledi. Seyirciler oyunu anlatan vatan kavramı karşısında coşuyorlar, oyundan sonra sokaklarda da devam eden heyecanlı gösteriler yapıyorlardı. Bunun üzerine oyun yasaklandı. Namık Kemal de Magosa'ya sürgün edildi.

Namık Kemal'in sosyal fikirleri arasında en mühim yer tutanları devletin menşeine, vasıflarına, teşkilatına dair olan görüşleridir. Zira, Osmanlı İmparatorluğunun içinde bulunduğu müşkül vaziyetin başlıca sebebini, o devlet teşkilatının bozukluğunda bulur. Bu teşkilat düzelirse; İmparatorluğu dahilden ve hariçten baskı altında tutan, parçalanmaya doğru götüren sebepler ortadan kalkacaktır.

Namık Kemal insan hürriyetini, eğitimin Türkçe olmasını ister. Meşrutiyet fikrini benimser. O devletin geleceği için sorgulama yapmaktan da kaçınmaz ve her şeyden önce Osmanlı birliğinin güçlendirilmesini ister. O'nun bu görüşleri Osmanlı aydınlarının çoğunluğu tarafından da paylaşılır. 1876 yılına gelindiğinde ise, meşrutiyet fikri kamuoyunda açıkça tartışılacak oranda olgunlaşır.


Kanun-i Esasi



İlk Osmanlı anayasasının temel özelliği, vatandaşın temel hak ve hürriyetlerini tesbit etmekten ziyade "Zatı şahanenin ve hanedan saltanatının mukaddes haklarını" yeter teminata bağlama gayretidir. Bu husus Kanunu Esasi'yi tasdik ve ilan eden irade-i seniyede açıkça belirtilmektedir. Padişah kutsaldır, taht Osmanlı ailesinin en yaşlı erkek üyesine aittir. Devletin dini İslam'dır. Padişah aynı zamanda "Halife"dir. Yürütmenin gerçek başı O'dur. Bakanları atama ve görevden alma (azletme) yetkisi yalnız O'nundur. Hükümet, yasama organına karşı siyasetten sorumlu değildir.

Kanun-ı Esasi, böylesine güçlü bir yürütme karşısında oldukça zayıf bir parlamento kurmuştur. (Ancak bu dönemde bir parlamentonun kuruluşu bile başlı başına bir olaydır.) İki kolu olan bir parlamentonun bir kolu, bütünü ile padişahın isteği ile oluşan Heyet-i Ayan'dır. Öteki kol olan Heyet-i Mebusan ise, anayasaya göre dört yılda bir yapılan genel seçimle belirlenmektedir. Yasama yetkisi bakımından parlamentonun iki kanadı eşit durumdadır. Parlamento'da Meb'usan Meclisi 80'i Müslüman, 50'si de gayrimüslim olmak üzere 130 mebustan oluşmaktadır. Ancak her vilayet gösterilen sayıda milletvekili seçip İstanbul'a göndermedi. Bu yüzden ilk meclisin sayısı 115 ile 117 arasında değişti. Tespit edilen 130 rakamına hiç ulaşılamadı. Parlamentoya gelen mebusların 69'u Müslüman 46'sı ise gayrimüslimdi. Meclis ilk toplantısını 19 Mart 1877'de yaptı. Parlemento 1876 anayasası ile kendisine verilmeyen yetkileri de kullanmaya teşebbüs etti ve "serbest konuşmayan mebusların parlamentoda işi olmadığını, padişahın kendilerine danışmayı ihmal ettiğini açıkça söylemekten çekinmemiştir." Padişah tarafından meclisin feshi halinde, seçimlerin, yeni meclisin en geç altı ay içinde toplanmasını sağlayacak bir müddet içinde yapılması şarttı. (Madde 73) Parlamento azasının yemini, vatan ve anayasadan önce padişaha sadakatı teyit etmektedir. (Madde 46)

Kanun-ı Esasi'nin yargı alanında getirdiği düzenlemeler, II. Mahmut zamanında başlayan ve İslam düşüncesi ile Batı düşüncesini karşı karşıya getiren kültür ikileşmesinin açık izlerini taşmaktadır. Aile, miras gibi geleneksel alanlardaki anlaşmazlıklar için Şer'iye Mahkemelerinin; ceza yasaları gibi yeni yasaların düzenlediği alanlardaki davalarda ise Nizamiye Mahkemelerinin görevli olacağını belirtiyordu.

Sonuç olarak yeni anayasanın dayandığı esaslar şunlardır:

Hilafet ve Saltanatın haklarını korumak,

Vatandaşların hürriyetlerini ve eşitliğini sağlamak,

Adaleti kurmak,

Parlamentonun yetkilerini belirtmek,

Hükümetin ve idarenin yetki ve sorumluklarını tespit etmek,

Mahkemelerin bağımsızlığını sağlamak,

Bütçenin denk olması için gerekli esasları koymak,

Merkeziyetçiliğin yanında taşraya serbest hareket imkanı vermek.

Mebusların tecrübesizliği ve çoğunun tahsil yetersizliğine rağmen, Mebusan Meclisi vazifesini ciddiyetle yürüttü. Halkın dertleri ve devlet idaresindeki yolsuzluklar mecliste layıkıyle dile getirildi. Ancak, Bosna-Hersek ve Bulgar isyanlarını bahane sayan Rusya'nın 24 Nisan 1877'de Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etmesinin ardından düşman ordularının Balkanlarda hızla ilerlemeleri Mebusan Meclisi'nde şiddetli tenkitlere sebep oldu. Mebuslar, Osmanlı kuvvetlerinin yenilgisinden hükümeti sorumlu tuttular ve komutanlarla Harbiye Nazırı'nın harp divanında yargılanmasını istediler. Bunun üzerine, Mebusan Meclisi Kanun-ı Esasi'de belirtilmiş yetkilerini aştı. Padişahın hükümdarlık haklarına müdahale ettiğine inanan II. Abdül-hamid, 14 şubat 1878'de Kanun-ı Esasi'nin uygulanmasında birtakım zorluklar görüldüğünden ve devletçe gösterilen gereklilik üzerine Meclisi Mebusan'ı geçici olarak tatil etti.

Böylece Osmanlı İmparatorluğunda, II. Mahmut saltanatının son yıllarında olduğu gibi mutlakiyet idaresi yeniden kuruldu. II. Abdulhamid'in iktidarı 31 yıl sürdü. Bu süreç içinde padişah, Osmanlıcılık siyasetinin mahzurlarını gördüğünden İslamcılığı benimsedi. Gerçekten, Batılı devletlerin ve Rusya'nın her türlü baskıları karşısında devletin birliğini korumanın en sağlam yolu İmparatorluğun Müslüman tebaasını din bağıyla bütünleştirmekti. Bunun için, II. Abdülhamid memleketin iktisadî kalkınmasına önem vererek özellikle ulaştırma ve haberleşme sahalarında ıslahat yapmış, diğer taraftan eğitim konusunda ciddî hamlelere girişmiştir.

İktisadî kalkınma, hazırlanan bir plan gereğince yürütülmek isteniyordu. Bu cümleden olmak üzere 1888'de İzmit-Eskişehir-Ankara ile Eskişehir-Konya hatları bir İngiliz-Alman şirketine verildiği gibi, 1899'da Bağdat demiryolunun yapımı ve işletme imtiyazı bir başka Alman şirketine verildi. Diğer taraftan birçok karayolu da halkın gayretleri ile inşa edildi. Sadece Sivas vilayetinde 1882-1885 yılları arasında 927 km. uzunluğunda şose yapılmıştır. Bu devirde telgraf haberleşmesine ayrı bir önem verilmiş ve memleketin en ücra köşeleri bile telgraf hatlarıyla İstanbul'a bağlanmıştır.

Abdülhamid döneminde en önemli icraat eğitim sahasında başarıldı. Maarif Nazırı Saffet Paşa'nın 1869'da çıkardığı Maarif-i Umumiye Nizamnamesini on yıl sonra ele alan Sadrazam Küçük Sait Paşa İmparatorluğun her tarafında Rüşdiye (Ortaokul) ve İdadi (Lise) okulları açtırdı. Küçük Sait Paşa'nın 1879'dan 1884'e kadar süren sadareti zamanında kurduğu yüksek öğrenim müesseseleri arasında Hukuk, Sanayi-i Nefise, Ticaret ve Mühendis okulları kayda değer. II. Abdülhamit'in tahta çıkışının 25. Yıldönümü vesilesiyle de Eylül 1900'de İstanbul'da Darülfünun-ı Şahane öğretime başladı.



 
Üst