İstanbul Hatırası

furkankaya1995

Meşhur Osmanlı Arması
Üye
Katılım
19 Eki 2008
Mesajlar
565
Puanları
18
Konum
İskenderun
Şu An Okumakta Oldugum ve Beğenerek Tavsiye Ettigim Kitap..İstanbul'un Eşsiz Tarihini Anlatıyor...
istanbul-hatirasi-10cm.jpg


Kostantiniyye elbet feth olunacaktır. Onu feth eden kumandan ne güzel kumandan, onu feth eden asker, ne güzel askerdir,” diye tercüme etti, Zeynep’in hemen yanıbaşında dikilen adam. İkisinin de bakışları, Fatih Sultan Mehmed’in türbesinin bulunduğu, uzun yeşil servilerle, beyaz taşlı mezarların yanyana sıralandığı bölümünün giriş kapısının üzerinde yer alan levhadaki Arapça yazıya dikilmişti.
“Aynı hadis türbenin içinde de yazılıdır...” Sürdürecekti ki, arkalarında durduğumu fark etti. Yadırgayan bir tavırla, sertçe döndü. ama Zeynep ondan önce davrandı.
“Merhaba Başkomserim.”
Adamın bakışlarındaki gerginlik kayboldu.
“Başkomserimiz Nevzat,” diye takdim etti beni Zeynep. “Cevaz Efendi de Fatih Cami’nin baş imamı.”
Baş imam deyince aklınıza, sakalları göğsüne değen, yaşını başını almış biri gelmesin sakın, aksine sakalsız, bıyıksız, henüz kırklarında bir adamdı Cevaz Efendi.
“Merhaba Cevaz Efendi...” Elimi uzatttım. “Nasılsınız?”
Elimi dostça sıktı.
“Hamdolsun Başkomserim, sağlığınıza duacıyız.”
“Cevaz Efendi bize çok yardımcı oldu Başkomserim,” diyerek olanları ayrıntılarıyla anlatmaya koyuldu Zeynep. Bir yandan onun anlattıklarını dinliyor, bir yandan da ne zamandır gelmediğim bu tarihi caminin geniş bahçesine bakıyordum.
Olanların özeti şuydu. Her şey Cevaz Efendinin bizimkileri aramasıyla başlamıştı. Caminin musalla taşlarından birinin üzerinde elleri bileklerinden kesilerek göğsüne konmuş, başsız bir ceset bulunduğunu bildirmişti telefonda baş imam. Hayır, cesedi bulan o değildi. Camiden çıkıp, musalla taşının üzerindeki tabutu gören cemaat, cenaze namazı için toplanmış, ancak belediyenin görevlendirdiği hoca ortaya çıkmayınca, baş imamı çağırmışlardı. Cenaze namazı kıldırmanın sünnet olduğuna inanan Cevaz Efendi de hiç yüksünmeden gelmişti merhumun başına. Ama tuhaflıklar belediyenin görevlendirdiği hocanın bulunmamasıyla kalmamış, aynı zamanda cenazenin sahiplerinin de cami avlusunda olmadığı kısa sürede anlaşılmıştı. Bir terslik olduğunu düşünen Cevaz Efendi, tabuta bakmak gereğini hissetmiş, böylece elleri bileklerinden kesilip yanına konulan, başı da Leyla Barkın’a gönderilen ceset bulunmuştu. Tabutun camiye nasıl geldiğini de Cevaz Efendi çıkarmıştı ortaya. Cemaaten dört kişi, tabutun beyaz bir minibüsle getirildiğini doğrulamışlardı. Minibüste sakallı, gözlüklü bir adam, bir de her tarafı siyah çarşafla örtülü bir kadın varmış. Yani dün gece Ayasofya Konakları’nın bekçisinin tarif ettiği zanlılar. Caminin ana giriş yönünden gelmişler... Gözlüklü, sakallı adam, “Allah rızası için bir el atın şu merhuma,” diye seslenince, bu dört kişi de omuzlayıp indirmişler tabutu. Hatta içlerinden biri akıl edip sormuş:
“Neden, belediyenin arabasıyla getirmediniz merhumu?”
Sakallı adam sakince yanıtlamış:
“Bugün çok fazla insan Hakk’ın rahmetine kavuşmuş. Allah’ın takdiri işte... Belediye bize cenaze arabası tahsis edemedi. Hocayı bile sonradan gönderecekler...”
Kimse de şüphelenmemiş, bu yüzden olacak beyaz minibisün plakasını almak da hiçbirinin aklına gelmemiş. Merhum din kardeşlerine yardım etmek isteyen bu dört yardımsever insan tabutu omuzlayıp, koymuşlardı caminin musalla taşına. Ben camiye geldiğimde de aynı yerde duruyordu tabut. Fatih Sultan Mehmed’in türbesine açılan kapının sağ tarafında yanyana sıralanan mermerden yapılma dört musalla taşının ilkinin üzerinde.
Üçümüz birlikte tabuta yaklaşırken Zeynep’in hiç bahsetmediği bir ayrıntıyı hatırladım.
“Sikke... Sikke yok muydu cesedin yanında?”
“Söylemedim mi Başkomserim? Olmaz mı tabii var.” Omuzundaki çantayı öne aldı. İçinden saydam delil poşetine konulmuş altın parayı çıkardı. Parmaklarımın arasına aldım. Üzerinde Arap harfleriyle yazılmış, muhtemelen Osmanlıca yazılar göze çarpıyordu. Sikkeyi Cevaz Efendiye uzattım.
“Okuyabilir misiniz?”
Altın parayı aldı.
“Tabii... Bir bakalım.” Şöyle bir göz attı. “Şüphe yok ki, Fatih Sultan Mehmed Han adına bastırılmış bir para bu.” Bir an bana döndü. “Paranın üzerinde yazan her şeyi tercüme edeyim mi?”
Gülümseyerek başımı salladım.
“Çok seviniriz.”
“Pekala...” Madeni parayı gözlerine yaklaştırdı. “Bu yüzünde şunları yazıyor. ‘Daribün nadri sahibül izzi vennasri filberri velbahr.’ Yani bu altını basan kişi, denizde ve karada Allah’ın yardımına mazhar, izzet sahibi biridir.” Sikkenin öteki yüzünü çevirdi. “Burada ise şöyle diyor: ‘Sultan Mehmed bin Murad Han azze nasrühü Kostantiniyye duribe fi 882. Meali şu: ‘Murad Han oğlu Sultan Mehmed zaferi aziz olsun. Kostantiniyye’de basıldı sene 882’. Ama bu 882 hicridir, miladiye çevirirsek 1477 yılında basılmış demektir. Fethin 24’üncü senesinde. Fatih Sultan Mehmed Han’ın ölümünden dört yıl önce.”
Yine bir sikke, yine dönemin hükümdarı, yine aynı dönemden tarihi bir mekan. Hayır, katiller yöntemlerini değiştirmemişlerdi. Değişen sadece kurbanlarını bıraktıkları zamandı. Gece yarısını, gün ortasına almışlardı, hepsi buydu. iyi ama neden? Neden olacak, bizi atlatmak için. Belki de artık kurbanları bırakacakları yerleri tahmin edebileceğimizi düşündüklerinden. Ki, tahminlerimizde çuvallamış olsak bile bu konuya yoğunlaştığımız gerçekti. Katiller için de, bizim için de önemli olan soru şuydu: Bir sonraki kurban nereye bırakılacak? Leyla Barkın’a sorduğum bu soru, karşımdaki tabutta yatan şu zavallının, başını kargo görevlisinin önümüze koymasıyla yarıda kalmıştı. Bakışlarım mütevazı giysileri içindeki imama kaydı. Belki de Cevaz Efendi bu konuda bir fikir verebilirdi bize. Eğer Osmanlı dönemine geldiysek, sonraki mekan yine bir hünkar camisi olabilirdi. Ama bu konuya girmeden önce, şu tatsız işi yapmam, maktülü görmem gerekiyordu.
Cevaz Efendinin de yardımıyla kaldırdım tabutun kapağını. Zeynep telefonda anlattığında gözümde canlandığı gibiydi ceset. Kesilen iki elin bilekleri, Edirnekapı yönüne bakıyor, birbirine yanaştırılarak ok ucu biçimine getirilmiş elleri ise Şehzadebaşı yönünü gösteriyordu. Kurbanın başının olması gereken yerde bir boşluk vardı. Korkunç olmaktan çok hazindi; dalı, yaprağı budanmış bir ağaç gövdesi gibi öylece yatıyordu tahta tabutun içinde.
Hiç korkmamıştı Cevaz Efendi tabuta bakmaktan, ürpermemişti bile.
“Ölülere bakmak sizi etkilemiyor,” dedim tabutun kapağını örtmeye çalışırken. “Alışkın mısınız cesetlere?”
Kapağın öteki ucundan tutup, kaldırdı. Üstünü örtmeden önce, başsız cesedi gösterdi.
“Ölülerden kimseye zarar gelmez Başkomserim. Kötülük canlılardan gelir, yoldan çıkmış kullardan.”
Eski belediye başkan yardımcısının başsız bedeninin üzerine kapağı örttükten sonra sordum:
“Ya ölen kişi suçluysa? Ya ona zarar verenler haklıysa? Baksanıza ellerini bilekten kesmişler. Bunun bir anlamı olsa gerek?”
“Mülkün sahibi Hak Teala’dır. Kim doğrudur, kim yanlıştır ancak o bilir. Ama ne yaparsa yapsın, Allah’ın kulunun canını almak Allah’ın kuluna düşmez.” Yüzünü buruşturdu. “Hele böyle vahşet... Hayır, bu zavallı ne günah işlerse işlesin, bunu hak etmemiştir.”
“Ya Fatih Sultan Mehmed’in yaptıkları?” Amacım büyük hükümdarı sorgulamak değildi sadece Leyla Barkın’ın bu caminin mimarı hakkında söylediklerinin ne kadar gerçeği yansıttığını öğrenmek istiyordum. Katillerin bu cinayeti kendilerine model alıp almadıklarını anlamak için bunu bilmem önemliydi: Ama baş imamın neden bahsettiğim konusunda hiçbir fikri yoktu. Koyu renk gözlerini şaşkınlıkla yüzüme dikti. Tabutu işaret ettim.
“Bu zavallıyı, bu hale sokanlar, Fatih’i örnek almışlar kendilerine.” Neyi anlattığımdan hâlâ emin değildi. “Atik Sinan diyorum. Bu camiyi yapan mimar. Fatih önce onun ellerini kestirmiş, sonra da öldürtmüş.”
Yağmurun ardından çıkan mayıs güneşinin parlak ışıklarıyla yıkanan avludaki ak taşların tersine, karardı yüzü.
“Bunlar rivayet... Beş yüz küsur yıl önce yaşanmış bir olayın nasıl gerçekleştiğini kim bilebilir? Ayrıca Peygamber Efendimizin hadisinde kutladığı bir hakanı sorgulamak bizim gibi sıradan kullara düşmez.”
Önemli bilgiler alabileceğim Cevaz Efendiyi küstürmek niyetinde değildim.
“Yanlış anlamayın, amacım kimseyi eleştirmek değil. Sadece böyle bir rivayet var mı, yok mu...”
“Velev ki var,” diyerek sertçe kesti sözümü o halim selim adam. “Ulu hakan eğer bu camiyi yaptırmasaydı, belki de şimdi devasa bir kilise yükseliyor olacaktı burada. Havariyun Kilisesi. Fatih, bu camiyi yaptırarak şehri İslamlaştırmanın yolunu açtı. Çünkü bir şehri kılıçla fethedebilirsiniz ama onu gerçekten kazanmanızın yolu gönülleri fethetmektir. Gönülleri açmanın yolu ise İstanbul’u gül bahçesine çevirmekten geçer. İşte bu sebebten böylesi muhteşem camiler, külliyeler yapılmıştır. Evet, Nevzat Başkomserim. Burası sadece cami değildir. Burada medreseleri, sıbyan mektebi, hastanesi, konukevi, aşevi, kütüphanesi, kervansarayı ve hamamıyla küçük bir kasaba kurdurmuştu Fatih. Yepyeni bir İslam şehrinin temellerini atmıştı...”
“Anlıyorum,” diyerek suyuna gitmeye çalıştım Cevaz Efendinin ama bam teline dokunmuştum bir kere, artık beni dinlemiyordu bile.
“Hem caminin son halini veren de Atik Sinan değildi zaten.”
“Öyle mi?” Öğrenmeye meraklı bir öğrenci gibi hevesle çıkmıştı soru ağzımdan. “Kim peki?”
“Mimar Mehmed Tahir Ağaydı.”
Sahiden merak etmeye başlamıştım. Arkadan kaş göz işaretiyle sizi kurtarayım mı diyen Zeynep’e aldırmadan sordum:
“Nasıl yani, Atik Sinan cami inşaatını bitirmemiş miydi?”
Cahilliğimi yüzüme vuran bir bakış belirdi gözlerinde.
“Bitirmişti, bitirmez olur mu hiç. Ama yaklaşık üç yüz yıl sonra yaşanan bir deprem camiyi harabe haline getirmişti. Zamanın padişahı III. Mustafa, Mimar Mehmed Tahir Ağaya camiyi tamir ettirdi. Ama o kadar çok hasar vardı ki Mehmed Tahir Ağa, adeta camiyi yeniden yaptı.”
http://www.ilknokta.com/urun/108351/Istanbul-Hatirasi.html
 

nozturk55

Yeni Üye
Üye
Katılım
8 Nis 2007
Mesajlar
4
Puanları
1
İstanbul Hatırası

Ben de çok beğendim bu kitabı. Yazarın diğer kitaplarından çok daha güzel. Tarih ve istanbul kokan bir polisiye
 
Üst