Görgü Tanıklarına Göre Mustafa Kemal

Performans

Çalışkan Üye
Üye
Katılım
26 Ocak 2007
Mesajlar
523
Puanları
63
Konum
TÜRKİYE
Görgü Tanıklarına Göre M. Kemal Atatürk’ün Portresi

M. Kemal Atatürk’ün hayatını ve düşüncelerini anlatan pek çok araştırma var. Ama kişiliğini, kişilik özelliklerini anlatan eser sayısı pek az. Bunlar da tam bir portre özelliğini taşımıyorlar.

Atatürk’ün kişiliğiyle ile ilgili gerçeklerin zaman zaman bilgi yetersizliği ya da maksatlı olarak saptırıldığını, bazı inceleme, film, oyun ve romansı çalışmalarda gerçek kişiliğine uymayan, duraksama ve kuşkuya yol açan anlatımlara yer verildiğini, yanlış yargılarda bulunulduğunu görmekteyiz.

Kişiliğini oluşturan gerçek özellikleri en iyi, Atatürk’ü görmüş, tanımış, onunla arkadaşlık etmiş veya birlikte çalışmış güvenilir görgü tanıklarından öğrenebiliriz. Bu amaçla bu tanıkların izlenim ve saptamalarını derledim.

Bu tanıklar annesi, çocukluk, okul ve silah arkadaşları, yaverleri, emir erleri, yakınları, genel sekreterleri, görevliler, politikacılar, Türk ve yabancı gazeteciler ve büyükelçilerdir. Bu görgü tanıklarının izlenim ve saptamalarından yararlanarak ana çizgileriyle bir Atatürk portresi çizmek istiyorum.

Ailesi

Atatürk’ün baba tarafı da anne tarafı da Anadolu kökenli Türkmenlerdir.
Annesi Selanikte Ahmet Subaşı mahallesinde Zübeyde Molla diye anılan dindar bir hanımdır.
Atatürk 1881 yılında Selanik’te doğmuştur. Doğum günü belli değil.
Bütün tanıklar Atatürk’ün hayatı boyunca annesine çok saygılı olduğunu belirtiyorlar. Annesi M. Kemal’in küçüklüğünü şöyle anlatmıştır:
“Mustafam küçük çocukken bile gayet temiz giyinirdi. Büyüksü tavırlar alır (..), çocuklar sokakta oynarlarken, oyunlarına iltifat etmez, onlara bir çeşit küçümsemeyle bakardı.”
Çocukluk arkadaşı Asaf İlbay bu dönemi şöyle anlatıyor:
“Mahalle mektebinde de askeri rüştiyede de daima bir büyük insan tavrı takınır, gayr-i ihtiyari kendisine hürmet telkin ederdi.”
Askerlik mesleğini annesine rağmen, kendi seçmiştir.
Askeri ortaokuldan arkadaşı Kazım Özalp diyor ki:
“Derslerin dışında memleket meselelerini tartışmayı her fırsatta düşünüyorduk.(..) Kötü idareyi değiştirmek lazım geldiği düşüncesindeydik. (..) Gizli olarak Fransızca Temps ve Matin gazetelerini sağlıyor ve okuyorduk. Voltaire’in, Victor Hugo’nun Türkçeye çevrilmiş eserleri, Namık Kemal ve Abdülhak Hamit’in şiirleri gizlice sağlanmakta, fikirler tartışılmaktaydı.”

Askerliği

1905'de sarışın, burma bıyıklı, genç, çevik bir Kurmay Yüzbaşı olarak orduya katılır.
Ünü 1915’te Çanakkale savaşları sırasında parlar. Çanakkale ile ilgili İngiliz Resmi Harp tarihi özetle şöyle yazıyor:
“Çanakkale’de geleceği elinde tutan komutan, üstün şahıs M. Kemal’di. Çanakkale muharebelerinde göstermiş olduğu çok yüksek sevk ve idare, fedakarlık ve feragat, her türlü övgünün üzerindedir ve bu konuda ne söylense azdır.(..) M. Kemal Çanakkale savaşının kaderini tayin etmiştir. Kısacası Çanakkale muharebeleri bütünüyle M. Kemal’in üstün deha ve zekasıyla etkili olduğu bir tarihi anlatır.”
Milli Mücadele stratejisi Atatürk'ün eseridir.
Sakarya ve Büyük Taarruz savaşlarını Başkomutan olarak yönetmiştir.
Orgeneral Asım Gündüz diyor ki:
“Başkomutan olmasıyla orduya sanki bir ordu daha katılmıştı. En ciddi komutanların bu tayini duyunca sevinçten oynadıklarını hatırlarım.”
30 Ağustos günü Yunan ordusunun imha edildiği savaşı, ateş hattında bulunan 11. Tümenin savaş idare yerinden idare etmiştir.
İsmet İnönü diyor ki:
“M. Kemal Paşanın muharebeyi idare ederken, kendi iradesini en ufak kıtaya kadar hissettirip subayları ve erleri canıyla başıyla bütün dermanını kullandırmaya sevk etmekte hususi bir dikkati ve hususi bir başarısı vardır. Muharebeyi böyle idare eder, sevk ve idareyi böyle gayet sert tutar.”
Y. Kadri Karaosmanoğlu:
“Sapına kadar askerdi. Mesleğinin aşığıydı. Samimi ve heyecanlı bir cenk sanatkarıydı. Ama militarist değildi. Harbi şevk ve şetaretle kabul ederdi fakat aramazdı, çağırmazdı. ‘Harpçi olamam, çünkü harbin fecaatini herkesten daha iyi bilirim’ derdi.”
M. Kemal Atatürk tarihin kaydettiği büyük askerlerin ilk safında yer almaktadır.

Görünüşü

ABD’li General Harbord 1919’da Erzurum’da karşılaştığı Çanakkale kahramanı M. Kemal Paşayı şöyle tasvir ediyor:
“İnce, dik duruşlu, askerce görünüşlü, kısa kesilmiş kumral bıyıklı, dümdüz arkaya taranmış kumral saçlı, yüksek elmacık kemikli, 38’inde, genç bir adam. Çok temiz bir şekilde sivil elbiseliydi ve görüşmemiz boyunca başı açık oturdu.”
Y. Kadri 1921 yazında Ankara’da tanıştığı M. Kemal Paşa için şöyle yazıyor:
“Paşa, gazetelerde gördüğümüz resimlerinden hiçbirine benzemiyor. Kendisi bu resimlerin hepsinden daha sevimli, daha canlı, daha ayrı bir sima. (..) Bu yüzün umumi görünüşünde çok zahmet çekmiş, çok uğraşmış, çok düşünmüş kimselerin yüzündeki ifade var.”
F. Rıfkı Atay İzmir’in kurtuluşundan hemen sonra 1922 eylülünde Latife Hanımın köşkündeki ziyafette tanıştığı Paşayı şöyle anlatıyor:
“Paşa arkasında beyaz bir Kafkas gömleği ile merdivenden indi. Bu kemerli gömlek pek ahenkli bir endam ister. M. Kemal ince, zarif ve güzel bir erkekti.”
Şair Ahmet Haşim’in 1928 izlenimleri de şöyle:
“Dolmabahçe Sarayına davet edilenlerden biri de bendim. Gördüğüm fotoğraflara nazaran biraz şişman, biraz yorgun, biraz çizgileri kalınlaşmış bir vücutla karşılaşacağımı zannederken, kapıdan bir ziya dalgası halinde giren yoğunlaşmış bir kuvvet ve hayat görünüşü ile birden gözlerim kamaştı: Bir çift mavi gözün aydınlattığı asabi bir yüz.. Yüzde, alında, ellerde bir sıhhat ve bahar rengi.. Muntazam taranmış, noksansız, sarı, genç saçlar.. Bütün zemberekleri çelikten, ince, yumuşak, toplu, gerilmiş ter ü taze bir uzviyet.”
Son Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak Atatürk’ün boyunun 174 cm. olduğunu yazıyor.

Giyinişi

İngiliz Büyükelçisi Sir Percy Loraine
“Kusursuz giyinirdi. (..) Cumhurbaşkanı olduktan sonra üniformasını çıkarmış, bu şerefli üniformayı bir daha tören ve askeri geçitlerde bile giymemiştir. Nişan olarak yalnız istiklal madalyasını takardı.”
R. Eşref Ünaydın diyor ki :
“..Üniformasını, Mudanya Mütarekesinin imzalandığı gün sırtından çıkardı, bir iki vesileden başka ömrünün sonuna kadar hemen hemen hiç bir daha giymedi. Hiç bir törende mareşalliğini teşhir etmedi. Bazıları cumhuriyetin onuncu yıl bayramında nutkunu söyleyeceği gün, üniformasıyla görünmesini çok rica etmişlerdi. ‘Ne münasebet! Ben emekli olmuş bir askerim. Üniforma nasıl giyebilirim?’ diye cevab verdi.”
F. Rıfkı Atay:
“Atatürk askerliğin aşıkı idi ama savaş sonrası liderler arasında tek asker o iken, hiç üniformalı dolaşmayan da o idi.”
Atatürk’ün temiz, güzel giyinme dikkati ölünceye kadar devam etmiştir. Kazım Özalp şu bilgiyi veriyor:
“Giyimine çok meraklıydı. Bulunduğu cemiyet veya yere uygun kıyafet giymeye özen gösterirdi. Türkiye’de özel terzileri vardı. Paris’te, tanınmış bir terzide de vücut modeli bulunuyor, özellikle merasimlerde giyeceği kıyafetler, orada dikilip getirtiliyordu.”
F. Rıfkı Atay devam ediyor:
“Dış görünüşün ve dekorun içtimai münasebetlerde büyük ehemmiyeti olduğunu bilirdi. Onun için giyinişine ve ev düzenine pek meraklıydı. On beş yıl yanında bulundum, hususi odalarına girdim, günün çeşitli saatlerinde evine gittim. Kendisini bir defa bile traşsız, rahatsız olduğu vakit, velev pijamalı da olsa, üstüne başına titizce itinasız görmedim.”

Konuşması

1920-21 yılında tutanak katibi olarak TBMM’nde çalışan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Atatürk’ün konuşması hakkında diyor ki:
“Meclis’in en iyi konuşan hatibi, Mustafa Kemal Paşa idi. Kesin ifadeli, çok etkili, kararlı, zaman zaman sertlik taşıyan fakat batmayan, ürkütmeyen bir konuşma tarzı vardı.”
Birinci Meclis’in açık ve gizli görüşmelerinin tutanakları, M. Kemal Paşanın Velidedeoğlu’nu doğrulayan çok etkili konuşmalarıyla doludur.
Milletvekili Damar Arıkoğlu da şöyle diyor:
“O kadar yerinde ve güzel kelimeler kullanırdı ki cazibesine tutulmamanın imkanı yoktu.”
F. Rıfkı Atay, Atatürk’ün üslubu hakkında şöyle demektedir:
“Bir hususiyeti de, konuşma zevki ve merakı ile renkli, neşeli ve sade anlatış üslubu idi. Mustafa Kemal bizim nesle yazarken Namık Kemal’i, konuşurken Yahya Kemal’i hatıra getirirdi. Sohbetler ve meclisler adamı olduğu belliydi. Arasıra Rumeli ağzına kayan tatlı bir şivesi, hiç bezginlik vermeyen renkli bir üslubu vardı. İnsanlarda beğenecek pek az şey bulmayı süs edinen nice titiz tenkitçiler, sohbetinin cazibesine kolayca kapılmışlardır.”
Celal Bayar:
“Atatürk nutuklarında, başlangıca ve final tabiriyle ifade ettiği son sözlere çok dikkat ederdi.”
Afet İnan:
“Nutuklarını [önceden] yüksek sesle tekrarlamak ve günde bir kaç kere okumak adeti idi.”
Fransız yazar Claude Farrère diyor ki:
“Kendisiyle konuşuyoruz. İşte bir olağandışılık: Bu insan, muhatapları konuşurken onları dinliyor. Devlet adamları ile sık teması olan bir kimse, bunun nadiren karşılaşılan bir durum olduğunu bilir.”
Madam Roger Pittard da bu konuda şöyle diyor:
“Bir gün Atatürk’e kuvvetinin sırrını sordum. ‘Durur, dinlerim..’ dedi.
Fotoğraflara yansımayan bir mizaç
Fotoğrafları Atatürk’ün mizacını tam olarak yansıtmamaktadır. Atatürk’ün, gülerken çekilmiş ancak bir iki fotoğrafı vardır. Kişiliğinin bu canlı, neşeli, hayat dolu yanı yazık ki saptanmamıştır.
Afet İnan diyor ki:
“Atatürk”ü uzaktan veya bütün fotoğraflarını görenler, hakim çehresinin ifadesinde daima bir sertlik, gözlerinde derin bir bakış, düşünceli çizgilerle dolu bir alın bulurlar. Gülen bir resmini bulmak ender bir hadisedir. Halbuki bütün tanıyanlar bilirler ki Atatürk’ün neşeli bir karakteri vardır. (..) Bilhassa seyahatlerinde çok neşeli bir insan olurdu.”
Yaveri ve arkadaşı Salih Bozok da bu görüşü doğruluyor:
“Ben onda en bariz hususiyet olarak şunu gördüm: Daimi bir neşe. Gerçekten neşeli bir adamdı. Bazan bu neşenin geçici sebeblerle bulandığı olurdu. Fakat arası çok geçmeden eski neşeli hali avdet ederdi.”
F. Rıfkı Atay da diyor ki :
“Hemen hiç gülerek resmi alınmayan Mustafa Kemal, benim tanıyabildiklerim arasında en güler yüzlü kimselerden biri idi.”
Kılıç Ali az bilinen bir yönünü açıklıyor:
“Şakacı ve muzipti. Arkadaşlarına muziplik yapmaktan hoşlanırdı.”

Sağlığı

Hikmet Bayur:
“Atatürk’ün çalışma ve yorgunluğa dayanma kabiliyeti olağanüstü idi.”
Şükrü Kaya:
“Atatürk narin ve nazik yapılı olmakla beraber sağlam, sıhhatli, sıkı ve güçlü adaleli bir adamdı. Yorgunluğa ve uykusuzluğa şaşılacak kadar dayanıklıydı. Kışın pencereleri açtırır, soğuk havayı geniş nefeslerle ciğerlerine sindirir, elini yüzünü karla yıkardı.”
F. Rıfkı Atay :
“Bir defa Dikmen sırtlarında bir piknikten sonra koşmaca oyunu oynamıştık. Bir delikanlı kadar çevik, hızlı ve seğirtkendi.”
Ev sahipliği, terbiyesi, özel hayatı, arkadaşlığı
Yaveri Cevat Abbas Gürer:
“Evinde sadeliği severdi. Basit fakat zevkli eşyasını bizzat tanzim eder, koltukları tutar, kaldırır, dilediği mevki ve vaziyete koyardı.”
Kılıç Ali:
“Dolmabahçe Sarayından sıkılırdı. Saray onu adeta boğardı, saraydan asla hoşlanmazlardı. Bundan dolayı şimdiki Şark Kahvesinin bulunduğu yerde kendine mahsus bir ev yaptırıp oturmayı tasavvur ederlerdi.” [s.67]
Gazeteci Madam Gaulis :
“İnce ruhlu, ince zevkli bir ev sahibi idi.”
Yunus Nadi:
“Terbiyenin Atatürk’ünki kadar asiline başka fanilerde tesadüf ettiğimi hatırlamıyorum.”
Emir Çavuşu Ali Metin:
“En ağır sözü mendebur idi.”
F. Rıfkı Atay:
“Hatıralarına bağlı, dostlarına ve arkadaşlarına vefalı idi.”
Hamdullah Suphi Tanrıöver:
“Özel hayatında, en küçük, en değersiz arkadaşına, sofrasında ayağa kalkacak kadar nazik bir ev sahibidir.”
Uşağı Cemal Granda:
“Bayramda elini öpmek istediğim zaman ayağa kalkmıştı.”
Tevazuu ve yücegönüllülüğü
Atatürk’ü döneminin liderlerinden ayıran farklardan biri de sadeliği ve tevazuudur.
R. Eşref Ünaydın diyor ki:
“Yaşayışı sade, mizacı gösterişten uzaktı.”
Y. K. Karaosmanoğlu:
“Sakarya Savaşı dönüşü, Çankaya yolunda karşılaştık. Hamdullah Suphi gibi bir büyük hatip bile, önümüzdeki adamın hiç bir iş görmemiş, hiç bir övgüye layık değilmiş ve bizlerden biriymiş gibi duruşu karşısında, ne diyeceğini şaşırmıştı.”
Hikmet Bayur:
“Boş gösterişten, övünmelerden, cakadan hiç hoşlanmazdı.”
F. Rıfkı Atay:
“Neferleri ve hizmetçileriyle bile arkadaşça konuştuğunu hatırlarım.”
R. E. Ünaydın:
“Her bir nutkunda cephe komutanından neferine kadar hepsinin yiğitliğine, üstünlüğüne hayranlığını söylerdi. Kendinden bir söz etmezdi. (..) Esir generalleri kabul ettiği zaman, yendiğinin karşısında, duruşu ile kurumlanan, bakışı ile böbürlenen bir muzaffer kumandan tavrı takınmadı. Bilakis yenilmişe teselli veren, bütün efendiliği varlığında toplamış centilmen bir silah arkadaşı gibi davrandı.”
General Trikupis:
“Atatürk beni mert bir askere yaraşır şekilde kabul etti. Atatürk’ün ince ve nazik muamelesi karşısında bu büyük kumandana karşı içimde bir hayranlık duydum.”
Hikmet Bayur:
“Onun en önem verdiği yönlerden biri de her bir başarıyı, her büyük işi, Türk milletine mal etmekti. ‘Atatürk inkılapları’ denilmesini istemezdi ve bu sözleri hep ‘Türk inkılapları’ biçiminde düzeltirdi.”
Gazeteci Asım Us:
“Atatürk’ün mağrur olduğu zamanlar da vardı. Bu da sadece Türk milletinin onuru mevzuubahis olduğu vakitlerde idi.”
Fransız Büyükelçisi Kont de Chambrun:
“Büyüklük taslamadı, kendini gösterişe kaptırmadı; tersine, filozoflara özgü bir hal aldı, bundan ötürü de itibarı hergün biraz daha arttı.”
İngiliz gazeteci Miss Ellison:
“Ben birçok büyük Avrupa devlet adamlarıyla konuştum. Fakat hiçbirini ondan daha alçakgönüllü bulmadım. Acaba bu Avrupalı devlet adamlarından hangisi, şartlar bu kadar aleyhindeyken böyle büyük zaferler kazanmıştır? (..) Kemalist kelimesini işitmekten de hoşlanmıyor. ‘Ben ölsem de, canlı olsam da bu hareket devam edecektir’ dedi.”

Çocuklar ve Doğa

Atatürk’ün çocukları sevdiği bilinir. Birçok manevi çocuğu bulunuyor. En ünlüleri, Abdürrahim, Sabiha Gökçen ve Sığırtmaç Mustafa.
Doğayı ve hayvanları da çok seviyor. Hastalığının son aylarında hep ormanlık bir yere gitmek özlemini çekmiştir.
Ruam hastalığına yakalanan bir tayı vuracaklarını öğrenince ellerine lastik eldiven giymiş, tayı gözleri yaşararak okşayıp vedalaşmıştır.
F. Rıfkı Atay diyor ki:
“İnce ruhlu insanlar gibi Atatürk de hayvanları severdi. Köpeği Foks’a o kadar yüz verdi ki köpek bir müddet sonra hemen hemen terbiyesini kaybetti. Bilardo oynarken masanın üzerine çıkar, bilyeleri yere yuvarlayıp oynar, Atatürk de bu şımarıklığa gülerdi.”
Kızkardeşi Makbule Atadan da şöyle diyor:
“Ağabeyim çocukken fareden korkardı.”

Sofrası

Hilmi Uran:
“Atatürk’ün sofrası umumi karakteriyle bir bilginler sofrasıydı.”
Kılıç Ali:
“Sofrasının çok muntazam olmasını isterdi. Sofrasına otururken her şeyin yerli yerinde, düzgün halde bulunmasına bilhassa ve bizzat dikkat ederdi. Sofranın tanziminde, sofra örtüsünde, tabaklarda, çatal bıçaklarda bir çarpıklık, bir yanlışlık görürse bunları bizzat düzeltir, ondan sonra sofraya otururdu.”
F. Rıfkı Atay:
“Bu bir içki ve cümbüş sofrası değildi. Dostları ile hatta düşmanları ile sohbet ve tartışma meclisi idi. (..) Pek azı zevk ve eğlence meclisi olmuştur. Saatlerce pek ciddi şeyler okur veya yazardık. (..) “Türk dili ve Türk tarihi meselelerinin, onun sofrasında tam bir fakültelik zaman tutmuş olduğunu tahmin ediyorum.”

İçkisi

Hasan Rıza Soyak:
“Gündüz içmenin aleyhindeydi. Yanında bulunduğum uzun yıllar zarfında yalnız iki defa, gündüz bir kaç kadeh içtiğini gördüm. Sofrada saatlerce kalırdı ama miktar itibariyle çok içen bir adam sayılmazdı.”
Ali Fuat Cebesoy:
“Gazi, ciddi kararlar arifesinde daima içkiden ve fazla yemekten kaçınırdı.”
Dr. Neşet Ömer İrdelp:
“Mühim iş zamanlarında içkiyi bırakırdı. Büyük Nutkunu yazdığı zaman altı ay rakıyı terk etmişti.”
Atatürk bu konuda Ruşen Eşref Ünaydın’a şunları söylemiştir:
“Benim adım içki içer diye çıkmıştır. Bunu siz de duymuş olacaksınız. Filhakika ben öteden beri içerim. İçkiyi severim. Fakat istediğim zaman bunu keserim. Vazifem esnasında bir damlasını ağzına koymam. Vatan işlerine içki karıştırmam. O sadece benim keyfim içindir.”

Eğlenmesi

Burhanettin Ökte:
“Atatürk, Harbiye Okulunda öğrenci iken okul fasıl takımında amatör olarak çalışmış, devrin ünlü musikicilerinden Giriftzen Asım Beyden musiki dersleri almıştır.”
Sovyet Büyükelçisi Aralov:
“M. Kemal Paşa uzun, ciddi konuşmalardan sonra müzik dinlemeyi, dans etmeyi severdi. Türk şarkıları söylerdi.”
Kazım Özalp:
“Türk müziğinden hoşlanırdı. Eğlenceli toplantılarda Rumeli şarkılarını dinlemeyi severdi. Değerli ses sanatkarlarını zaman zaman sofrasına çağırır, onları dinler, bazen şarkılara kendisi de katılırdı.(..) Öğrenciliği süresinde dans etmeyi öğrenmiş, sonradan Sofya’da ataşemiliter iken değişik davetlerde dans etmişti.(..) Türk folklorundan zeybeği sever, çok keyiflendiği bazı toplantılarda zeybek oynardı.”
Orgeneral Fahrettin Altay:
“Zeybek havası çaldırdı. Kimse beceremiyor, el ayak oynatarak dönüyorduk. Herkesi durdurdu, kendisi tek başına güzel bir zeybek oyunu yaptı, hayran oldum. ‘Bu oyun, milletimizin erkek oyunu, kahraman oyunudur, bilmek lazım’ diyerek hepimizi mahcup etti.”
Hasan Rıza Soyak:
“Çok güzel dans ederdi.”
Hikmet Bayur:
“Neşeli olmak ve yanındakileri neşeli kılmak ve görmek, onun için adeta bir ihtiyaçtı.”
Afet İnan:
“Atatürk şen adamdı. Muhitine neşe, cesaret ve nefse itimat telkin ederdi.”
Avni Doğan:
“Büyüklüğünden bir şey kaybetmeden gülen, şakalaşan, yaşayan bir üstün insan.”

Duygu Dünyası

Kılıç Ali:
“Kin, garez, hele intikam bilmediği, nefret ettiği şeylerdi. Çok sabırlı bir insandı.”
Azerbaycan Büyükelçisi İbrahim Abilev:
“[Büyük taarruza kadar] M. Kemal Paşanın gösterdiği tahammül ve sabır, korkunç bir şeydir.”
Şevket Süreyya Aydemir:
“Af ve hoşgörüyü ahlak edinmişti.”
F. R. Atay:
“Kurtuluş Savaşı hainlerini bile affetmesi insan zaaflarına karşı feylezofça davranışının eseridir. Bir gün barışmayacağı bir düşmanı, bir gün bağışlamayacağı bir suç yoktu diyebilirim. Not defterime aldığım en güzel sözlerden biri şudur: ‘Ben onları affederim, çünkü kalbim vardır. Onlar beni affetmezler, çünkü kalpsizdirler.’”
Hikmet Bayur:
“Sevmek, sevilmek, gönül almak konularında çok duyguluydu.”
R. Eşref Ünaydın:
“Arkadaşlarından birinin ölmesine, canından bir parça alınmış gibi sızlanırdı.”
Dr. Mim Kemal Öke:
“Arkadaşlarının sıhhati üzerine titrerdi. Bilhassa Maarif Vekili Necati’nin ölümünden sonra yanındakilerin sıhhatine karşı fevkalade bir titizlik göstermeye başlamıştı. (..) Biraz da kendi sıhhatine ehemmiyet verse ne olurdu.”
İ. Habip Sevük:
“Dikkat ediyorum, kurbanlar kesilirken Paşa bakamıyor, kafasını sağa sola çeviriyor yahut ayaklarının ucuna bakıyor. Bilmem kaçıncı kurbanda, yanındaki zata doğru eğildi, ‘ben kurbana bakamam’ dedi.”
Y. K. Karaosmanoğlu:
“Atatürk mesut bir adam değildi. İnsanlığın ters kaderini değiştirmek, imkan dünyasının sınırlarını kendi sınırsız hülyalarına göre genişletmek isteyen bütün ideal fedaileri, bütün gerçek kahramanlar ve gerçek evliyalar gibi bedbaht ve mustaripti. Zira hakikat ile hayalin, irade ile imkanın dinmek bilmeyen ezeli muharebesi onun ruhunda da cereyan ediyor, ruhunu kasıp kavuruyordu.”

Düşünce Dünyası

Şüphe yok ki çok cepheli bir dahi idi. Tanıklar özellikle hesaplı, gerçekci ve pratik olduğunu belirtiyorlar. Karar vermeden önce bütün olasılıkları gözden geçirdiğini, danışıp görüştüğünü, zamanlamaya çok önem verdiğini açıklıyorlar.
R. Eşref Ünaydın:
“Ani, fevri hareketleri yoktu. Uzun uzun düşünülmüş, ilerisi gerisi ölçülüp biçilmiş kararlı hareketleri vardı. Kayıtsız, hesapsız, notsuz hareket eder biri değildi.”
Sir Percy Loraine diyor ki:
“İçgüdü gibi bir şeyin yardımıyla, buna bir ad bulamıyorum, çünkü başka hiç kimsede benzerini görmedim, bir meselede neyin önemli, nelerin önemsiz olduğunu çok çabuk ve kolaylıkla kestirirdi. Doğa ona büyük bir irade gücü vermişti. Ama öyle sanıyorum ki o bu gücü hep bilinçli bir disiplinle kullanıyordu.”
F. Rıfkı Atay:
“Karar vermek zamanı gelinceye kadar büyük sabır gösterir. Yenilmeyecek şartları zorlamaz. Daima tam vaktini seçer.”
Hikmet Bayur:
“Çok esaslı psikolojik ve sosyal yoklama ve incelemelere girişmeden, önemli hiç bir adım atmazdı. En kötü ihtimallere kadar her şeyi göz önünde bulundurarak gereken tedbirleri kararlaştırırdı. Hiç bir olay onu boş (hazırlıksız) bulmazdı.”
Hasan Rıza Soyak:
“Her manasıyla gerçekçiydi. Onun hayatında hiç mevcut olmayan şey, körü körüne hareket, hayal ve maceraperestliktir. Yapmayı tasarladığı işlere girişmeden evvel, bütün ihtimalleri göz önüne almak suretiyle, gayet titiz ve etraflı incelemelerde bulunurdu.”
Y. K. Karaosmanoğlu:
“Son derece geniş düşünceli ve geniş görüşlüydü.”
M. Esat Bozkurt:
“Atatürk maziden hoşlanmaz bir adam değildi. Mesela Cengiz’i, Timur’u, Yıldırım’ı ve Fatih’i çok methederdi.”
F. R. Atay:
“Peygamber Muhammet ve Padişah Fatih’in kumanda vasıflarına hayrandı.”
Ş. Süreyya Aydemir:
“Atatürk elbette ki bir inkılapçıdır. Ama inkılap meczubu değildir. Mutaassıp bir inkılap softası değildir. Onun inkılapçılığına, kontrol edilemeyen içgüdülerden, sınırları belirsiz, başdöndürücü hedeflerden, duygu ve heyecan unsurlarından ziyade mantık hakimdir.(..) İnkılapçılığı, bir taraftan ülkesinin ve milletinin imkanları, diğer taraftan mantığın ve üstün kurmaylık hesabının çerçeveleri ve ufukları ile sınırlıdır.”

Çalışması, Okumaya Düşkünlüğü

H. Rıza Soyak:
“Okumayı çok severdi. Umumi bilgisini mütemadiyen artırmağa çalışırdı. Bazan hiç durmadan okuduğu, 30-40 saat çalıştığı vakidir.”
Hasan Reşit Tankut:
“Mustafa Kemal yorulmaz bir okuyucuydu.”
Tevfik Bıyıklıoğlu:
“Atatürk için çalışma saati diye bir şey yoktu. Yapacağı işi bitirinceye kadar uyumadan, dinlenmeden, yemek yemeden çalışırdı. Oturduğu kuru çalışma sandalyesinden kımıldamadan yirmi dört saat arasız çalışmak onun için olağanüstü birşey değildi.”
Afet İnan:
“Yabancı dillerden Almancayı anlamakla beraber, iyi bildiği Fransızca yazılmış eserleri okumayı tercih ederdi. (..) Kitap hangi konuda olursa olsun, Atatürk’ün fikir hayatı için değerli bir varlık mahiyetinde idi. Atatürk’ün hayatında iyi ve öğretici kitabın yeri daima büyük olmuştur. (..) Kitaplığında güzel ciltlenmiş türlü edebi eserler vardır. Bunları zaman zaman özel toplantılarında getirtir ve iyi okuyanlardan dinlerdi. Atatürk bunları kendisine, Yahya Kemal’in satın aldırdığını söylerdi.”
Çanakkale savaşı sırasında okumak için madam Corin’den roman istemiş, büyük taarruzdan bir iki gün önce de Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanını okumuştur.

Din Telakkisi

Yakın arkadaşı Asaf İlbay anlatıyor:
“Atatürk’ün din telakkisini kati olarak pek az kimse öğrenebilmiştir. Orman Çiftliğinde başbaşa kaldığımız bir gün, din hakkında ne düşündüğünü sordum. Bana dedi ki: ‘Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve tefekküre karşı değiliz. Biz sadece din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasda ve fiile dayanan taassupkâr hareketlerden sakınıyoruz.’”

Evliliği

Kazım Özalp:
“Latife Hanım görgülü bir ailenin kızı olup iyi eğitim görmüş zeki bir kızdı. Başlangıçta geçimli bir aile hayatı başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa Latife Hanıma saygı gösteriyor, onu gezilerinde beraber götürüyor ve verdiği önemi açıkça belirtiyordu.
Ankara’da akşamları arkadaş aileleri arasında yapılan toplantılara katılmaya başladılar. Keçiören’de Ağaoğlu Ahmet Bey’in evinde yaptığımız toplantılarda basit aile oyunları da oynuyorduk. Kemal Paşa düşündüğü sakin aile hayatını bulmuş görünüyordu.
(..) Zamanla hava değişti, anlaşmazlıklar ve tartışmalar başladı. Erzurum’a beraber yaptıkları bir seyahatte çıkan münakaşadan sonra M. Kemal Paşa Latife Hanımı yalnız olarak Ankara’ya yolladı. Ayrılmaya karar vermişti. Aracı olmak isteyen arkadaşlarını dinlemedi. ‘Önceden düşündüğüm hayatı bulamadım’ diyordu. Latife Hanım Ankara’dan İzmir’e, babasının evine döndü.”
Latife Hanım ölene kadar Niyazi Ahmet Banoğlu’ndan başka hiçbir gazeteci ile konuşmamıştır. Bu konuşma sırasında Niyazi Ahmet Banoğlu’na şöyle der:
“Büyük adamların hayatlarını inceliyorum. Her büyük adamın hayat hikayesini okudukça Atatürk [gözümde] daha çok büyüdü. Yazılamaz, anlatılamaz bir varlık olduğuna inandım.”

Meclis’e Saygısı, Demokratlığı

İsmet İnönü:
“Atatürk’ün cemiyet ile söyleşmek ve onunla iş görmek hevesi, bu memlekette pahası ölçülmez iyilikler yapmıştır. Bu zihniyetin en büyük eseri, 1920’de TBMM’nin meydana gelmesi olmuştur. Harp ve ihtilal içinde bulunan bir milletin meselelerini Meclis ile idare etmek kolay bir iş değildir. Atatürk’ün cemiyet içinde yer tutmak ve çalışmak hassasıdır ki bu temiz ve çetin idareyi bize temin etmiştir.”
Sovyet Büyükelçisi Aralov:
“Etrafımızı bir halk kalabalığı çevirdi. Mustafa Kemal durdu. Hemen kalabalığın içinden sorular yağmağa başladı.(..) M. Kemal’in gözleri bir iyilik ve şefkat pırıltısıyla tutuştu. Kendisine soru soranı dostça elinden tutuyor, yalın, inandırıcı sözlerle cevablar veriyordu. Türkiye tarihinde ilk defa bir devlet başkanı açıkca, halkı ilgilendiren hayati meseleler üzerine, halkla konuşuyordu.”
Kılıç Ali:
“..Çok partili demokratik rejime gidilmesi için yaptığı müteaddit denemeler, bu ideale bağlılığının sarih işaretleridir.”
Celal Bayar:
“Atatürk’ün siyasi hayatına hakim olan fikir, tam ve geniş bir demokrasidir.”
F. Rıfkı Atay:
“Bir emir ve yasak zorbası değil de inandırıcı, bağlayıcı bir lider olmayı istedi ve sevdi. (..) Yeni bir Meclis yapısının ilk taslağı Atatürk’e gösterildiği zaman, [parti] İdare Meclisi azası idim. Gerek o taslakta, gerek bugünkü yapının planında, çok parti ve iki meclis ihtimali hesaba katılmıştır. Ölüm yılına kadar, Atatürk’ün fikirlerini günü gününe takip etmiş olanların, ne onun ağzından, ne de onun yanında, tek parti rejimini ebedileştirmek değil, uzun boylu devam ettirmek için kuru bir söz bile duyduklarını sanmıyorum.”
M. Esat Bozkurt:
“Son derece demokrattı.”
Hasan Rıza Soyak:
“Atatürk, Parti Yüksek Divanında azınlıkta kalınca teklifini sükunetle geri aldı. (..) Bir aralık Cumhurbaşkanına, BMM’den çıkan kanunlara karşı veto hakkı verilmesini istemişti. Fakat bazı arkadaşların, bilhassa Mahmut Esat Bozkurt ve Şükrü Saraçoğlu gibi genç hukuk adamlarının itirazı üzerine cereyan eden uzun tartışmalardan sonra bundan da vaz geçmişti.(..) Atatürk’ün yaptığı bir teklifi Serbest Fırka kabul etmiş idiyse de Halk Fırkasının 40 kişilik İdare Heyeti kabul etmemişti. O zaman bu olayı hayretle karşılayanlar, yaptığı teklifi kendi fırkasının kabul etmemesini ciddi ve varit bulmayanlar olmuştu. Bu gibiler, Atatürk’ü içten tanıyamamış olan kimselerdir. O kendi fırkası içinde de daima ekseriyetin reyine hürmet eden, ikna yolundan başka kuvvet kullanmayan bir liderdi.”
Kılıç Ali:
“Yaradılışı itibariyle ahlaken, ruhen demokrat bir adamdı.”
Hikmet Bayur:
“Sanılır ki o, hiç itiraz kabul etmez ve kimse onunla tartışmağa yüreklenemez. Bu sanı baştanbaşa yanlıştır. Tartışmaların kızışmasını, hele o işten anlayanların ne olursa olsun konuşmalarını isterdi ve bunu yapmayanlara kızardı. ‘Bilir, ancak bildiğini ortaya koymaz, ne yapayım öyle adamı?’ dediği olurdu.”
Sir Percy Loraine:
“Atatürk’ü diktatör sayanlar olmuştur. Bence bu hem yanlış, hem de yanıltıcı bir görüştür. (..) Çünkü Atatürk, bilinçli olarak, kendi yokluğunda uygulanabilecek bir düzen kurmağa, kendinden sonra sürebilecek bir hükümet ve yönetim sistemi yaratmağa çalışıyor; görüşlerini zorla kabul ettirmekten çok, düşüncelerini öğretmeye ve ülkülerini açıklamaya uğraşıyordu. (..) Kanunlara aykırı davranışlarda bulunmaktan kaçınmıştır. TBMM’ne ise büyük saygısı vardı.[..] Pek çok kimsenin sandığı gibi sağa sola emirler yağdırmak şöyle dursun Atatürk, Bakanları her zaman kendi sorumluluklarını yüklenmeğe zorlardı. (..) Emretmez yol gösterirdi.”
F. Rıfkı Atay:
“Atatürk, ne mizacı, ne de ideali bakımından diktatörlük inançlısı değildi. Mussolini ve Hitler gibi demokrasiler aleyhine hicivler ve diktatörlük lehine methiyeler söylemiş değildir. Hususi meclislerinde dahi milli hakimiyet davasına gönülden bağlı olduğu sezilirdi. Onun düşmanlığı yobazlığa idi, geriliğe idi, Türk şerefini düşüren ve Türklüğü gelişmekten alakoyan kara ve karanlık gelenek ve göreneklere karşı idi.”
Ş. S. Aydemir:
“Liderdi, diktatör değildi. (..) Başardığı en güçlü savaş, toplumu aşağılık duygusundan temizlemek ve kurtarmak savaşı olmuştur. Hele aydınları Batı karşısında daima aşağılık duygusu içinde yaşamış bir ülkede, bu öyle bir çaba ve mücadeledir ki eğer Atatürk hiç bir şey yapmasaydı, sadece bu başarısıyla gene de bir lider, bir kahraman olurdu.(..) Mussolini’nin ve başka çağdaş liderlerin, asker gücünü veya ordulaştırılmış siyasi gücü, çeşit çeşit renkte üniformalar, sıra sıra nişanlar ve tören oyunlarıyla sokak malı kıldıkları bir devirde o, İstiklal Madalyası’ndan başka hiç bir madalya bırakmayarak bütün nişanları kaldırdı. Süs, kordon, salkım saçak sırmalar gibi abes ve lüzumsuz takınakları bir tarafa attı. Ordusuna sadeliğin vekarını verdi.”
Kazım Özalp:
“Mustafa Kemal Paşa Büyük Millet Meclisi’nin manevi şahsiyetine çok önem verirdi. Milletin hakimiyetini ve mebusların dokunulmazlığını esas tutardı. Meclis’in şerefini her fırsatta belirtirdi.”
Türkiye’deki gelişmeleri yakından izleyen Prof. Arnold Tonybee diyorki:
“1920’lerde Türk toplumu ya gelişecek ya da ölecekti. Her ne panasına olursa olsun yaşamayı yeğlemiştir. Bununla birlikte Türkiye’de tek parti yolu, hiç bir zaman faşist-nazi-komünist tipi bir diktatörlük biçimini almamıştır.”
R. Eşref Ünaydın:
“Halk arasına karışıp dolaşmaktan kendini alamazdı. Halktan, balık denizini, kuş havasını arar gibi hoşlanırdı. Varlığının manasını halkta bulurdu.”
Kılıç Ali:
“Milletinin eğlencelerine iştirak ederek halkla beraber bulunmaktan, beraberce eğlenip vakit geçirmekten zevk alır, bahtiyarlık hissederlerdi. Halk ile yakından temas ederek hep beraber eğlendiği zamanlar, neşesine payan olmazdı. Bu gibi yerlerde dans etmek, vatandaşları ile bilhassa milli oyunlar oynamak, onun için büyük bir sevinç ve neşe vesilesi olurdu. Halk ile birlikte eğlenmek onun en büyük emeli idi.”

Resmi Hayatı, Yasa ve Yetkilere Saygısı

F. R. Atay:
“M. Kemal resmi münasebetlerinde son derece dikkatli, titiz ve merasimci idi. (..) Teferruat ile uğraşmayı sevmezdi. Yalnız dış politikaya devamlı bir alaka göstermiştir. Bazı meselelerde, şikayet ve tenkitler üzerine müdahaleler yapmak ve hakem rolü oynamaktan başka, hükümet işleri ile pek yorulmamıştır.”
Hasan Rıza Soyak:
“Mesuliyet karşılığı selahiyetlere taassup derecesinde hürmetkardı. Her hangi bir mesele hakkında vazifeli ve alakalıların mütalaalarını dinlemeden, hatta onlarla müzakere ve münakaşa etmeden, kendi görüşünü açıkladığı ve karar verdiği vaki değildir. (..) Huzurunda konuşurken, aklıma gelen mütalaaları arz etmekten çekinmek gibi bir hisse kapıldığımı hatırlamıyorum.”

Son Söz

Son söz olarak Y. Kadri Karaosmanoğlu diyor ki:
M. Kemal eğer yalnız kendini düşünen bir ikbalperest olsaydı, Türk milletini Kanuni devrinden beri görmediği bir hakimiyet ve istiklale kavuşturduktan sonra, isterse Sultanlık tacını, isterse Hilafet hil’atini giyebilirdi. Fakat M. Kemal bu ganimeti ittikten başka, zafer çelengini bile başından sıyırıp şöyle bir yana koydu. İzmir’e girişimizin dördüncü ayında, bir siyasi partinin lideri sıfatıyla memleket içinde seçim ve inkılap seferine çıktı. Bu sefer, öbüründen daha çetin, daha tehlikeli bir seferdi. Yıllarca süren cehitle kazanılmış bütün nüfuz ve kudretini kaybedebilir, bir an içinde o hudutsuz populerliği mahvolup 1918 yılının karanlık şartlarına dönebilirdi. Buna rağmen yürüdü. Çünkü nüfuz ve ikbal meraklısı, bir şan ve şöhret düşkünü değil, bir ideal fedaisiydi.”
Atatürk’ün bu tercihini Hasan Rıza Soyak da şöyle değerlendiriyor:
Eğer isteseydi her şey olabilirdi. Mesela istilacılarla birlikte memleketi terk edip giden son Osmanlı Padişahının yerine geçmek, kendisi için işten bile değildi. Bu suretle kalan ömrünü, halkın muhabbet ve minnettarlık halesiyle çevrili olarak, büyük bir ihtişam ve rahatlık içinde tamamlayabilirdi. Fakat istemedi. Bu yoldaki teşvik ve tekliflere iltifat etmedi.[..] Çetin, aşılması güç ve bilhassa şahsı için çok büyük tehlikelerle dolu bir yola girmekten çekinmedi.”
İşte Türkiye Cumhuriyetini kurmuş ve Türkiye’ye kurtuluş yolunu göstermiş olan gerçekten büyük insan Mustafa Kemal Atatürk’ün portresi.

Kaynak : http://www.ankara.edu.tr/yazicidostu.php?yad=4055
 
Üst