Atatürkün İktisadi Fikri

Performans

Çalışkan Üye
Üye
Katılım
26 Ocak 2007
Mesajlar
523
Puanları
63
Konum
TÜRKİYE
Atatürk'ün "karma ekonomi düzeni" olarak ders kitaplarımıza giren ancak bu kavramdan daha geniş içerikte olan iktisadi düşünceleri, benimsediği iktisadi prensipler, çağdaş kalkınma politikası ve stratejilerine yön vermiş, ayrıca gelişmekte olan ülkelerin örnek alabileceği önemli bir ekonomik model oluşturmuştur.
Atatürk'ün henüz İstiklal Savaşımızın tozu toprağı ortadan kalmadan söylemiş olduğu "...askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun iktisadi zaferlerle taçlandırılmazlarsa kazanılacak zaferler yaşayamaz, kısa zamanda söner" sözü ekonomiye ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Maalesef Yüce Önder Atatürk'ün bedenen aramızdan ayrılışından sonra Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin gerekleri istenilen düzeyde yerine getirilmemiştir. Ulusumuzun henüz Atatürk’ün öngördüğü amaçlara ulaşamamış olması bunun kanıtıdır. Makalemizde Atatürk'ün iktisada dair fikirleri ve temel aldığı ekonomik prensipler irdelenmeye çalışılacaktır. Böylece, Atatürk sonrası dönemde ülkemizin karşı karşıya kaldığı ekonomik sıkıntıların hep bu iktisadi ilkelerin göz ardı edilmesi sonucunda meydana geldiği görülecektir. Öte yandan ülkelerarası ticari sınırların giderek kaldırılması yani serbest ticaret ideolojisinin dünya ekonomisine egemen olması, gelişmekte olan ülkelerin ve bu arada Türkiye'nin de kalkınma sorununu giderek daha önemli kılmıştır. Dolayısıyla, Atatürk'ün iktisat siyasetinin temel özelliklerinin ortaya konulması ve hükümetlerin bu prensiplerden taviz vermemesi, küresel ekonomiyle bütünleşme sürecindeki Türkiye'yi bu süreçte daha etkin kılacaktır.

1. Cumhuriyet Öncesi İktisat Politikaları

1.1. 1838 Serbest Ticaret Anlaşması ve Osmanlı Ekonomisi'nin Çöküşü

İktisat teorisinde Serbest Ticaret Kuramları esas olarak Adam Smith'in ve David Ricardo'nun fikirlerine dayanmaktadır. Adam Smith, "Ulusların Zenginliği" (1776) isimli kitabında uluslararası ticaretin pazarları büyüterek iş bölümünü geliştireceğini ve böylece ulusların zenginleşeceğini vurgulayarak serbest ticaret düşüncesini savunmuştur. İktisat Kuramı'na David Ricardo ile gelen yenilik ise ticarete giren tarafların karşılıklı olarak ticaretten kazanç sağlamaları düşüncesinin yerleşmesi ve dolayısıyla çıkarların ahenkleşmesi olmuştur. Ricardo "Ekonomi Politiğin ve Vergilendirmenin İlkeleri" (1817) isimli kitabında "...tam serbest ticaret sistemi altında, her ülke sermaye ve emeğini doğal olarak kendisi için en yararlı kullanımlarına ayıracaktır" demektedir (Ricardo, 1997: 120). Yani bütün ülkeler koruma duvarlarını karşılıklı olarak kaldırmaya, dolayısıyla da dezavantajlı oldukları üretim alanlarını terk ederek en ucuza ürettikleri ürünlerde uzmanlaşmaya davet edilmektedir. Burada Ricardo'nun serbest ticaret yaklaşımını genellemesini ve bundan evrensel sonuçlar çıkarmasını görmekteyiz (Sabır, 2001: 51). Ancak uygulamada, sanayi devrimini ilk gerçekleştiren İngiltere hariç, bugünün gelişmiş ülkelerinin hepsi koruma duvarları arkasında sanayileşmiş ve daha sonra serbest ticaret fikrini savunmaya başlamıştır.

Osmanlı Devleti'nin serbest ticarete geçiş serüveni ise 1838 yılında İngiltere ile Baltalimanı Ticaret Anlaşması adı verilen bir anlaşmayı imzalamasıyla başlamıştır. Bu anlaşma ile Osmanlı Devleti, iktisat politikasını tam serbest ticaret rotasına oturtmuştur. Osmanlı Devleti'nin uyguladığı serbest ticaret politikasının ilk sonucu Avrupa mallarının Osmanlı pazarlarını doldurması, Osmanlı Devleti'nin açık pazar haline gelmesi olmuştur. 1838 Ticaret Anlaşması herşeyden önce Osmanlı Ekonomisi'ne öldürücü bir darbe indirmiş, ülkedeki geleneksel üretici kesim Batı ürünlerinin rekabeti karşısında iktisadi hayattan silinmiştir (Sayar, 1986: 213). Gümrüksüz giren İngiliz gelişmiş makina endüstrisi malları Osmanlı'nın korumasız el tezgahı endüstrisini kısa zamanda ezmiştir. Zamanla bir çok ülke ile serbest ticaret anlaşması imzalanmıştır. Bu olumsuz politika sonucunda Osmanlı İmparatorluğu'nda yeni sanayi atılımları olmamış, varolanlar da gelişememiştir. Osmanlı sanayii geleneksel el tezgahlarına, tarıma dayanırken, serbest ticaret anlaşması yaptığı ülkeler sanayi devrimi sürecini tamamlamış ülkelerdi. Böylelikle ihracatın çok üstünde ithalat harcamaları yapılmış, bu durum savaşlarla da birleşince devasa finansman açıkları ortaya çıkarak dış borca muhtaç bir ülke haline gelinmiştir.

1854 yılında Kırım Savaşı ile dış borca başlayan Osmanlı Devleti 1875 yılında borçlarını ödeyemez hale geldiği için moratoryum ilan etmiştir. Bu tarihte ihracat geliri 19 milyon sterlinken, sadece kısa vadeli borçlar 16,5 milyon sterlin, hükümet geliri ise 22,5 milyon sterlindir ( Kazgan: 1999: 39). Dış borçlanma süreci Osmanlı Devleti'nin yıkılışına kadar devam etmiştir. Yanlış ekonomik politikalar izlemesi nedeniyle ülkeyi ağır bir fakirliğe sürükleyen Osmanlı Devleti, Amerikan Doları'nın 167 kuruş olduğu yıllarda 32 milyon Türk Lirası dış borcu yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'ne miras bırakmıştır.

1.2. Milli Mücadele Dönemi'nde İktisadi Politika

Milli Mücadele Dönemi'nde izlenen iktisat politikası üzerine söylenebilecek ve bugün için de ibret alınması gereken en çarpıcı nokta, Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nı sıfır enflasyon ile gerçekleştirmiş olmasıdır. Milli Hükümet Kurtuluş Savaşı boyunca para basımına gitmeden, harbin finansmanını arttırılan vergiler ve halktan alınan bağışlarla sağlamıştır. Yani Türkiye'nin bağımsızlık savaşı enflasyonsuz yürütülmüştür.

Milli Mücadele yıllarında Anadolu'da kullanılan para Osmanlı kaimeleriydi. İstiklal Savaşı'nı T.B.M.M. hükümeti yürütüyordu. Ancak emisyonun yani para basımının anahtarı İstanbul rejimindeydi. T.B.M.M. savaş boyunca kendi adına para basmamıştır. Aynı paranın iki ayrı egemenlik alanında kullanıldığı durumlarda emisyonu kontrol altında tutan tarafın tartışılmaz bir avantajı vardır. Karşılıksız para basılmasıyla başlatılabilecek bir enflasyon, satınalma gücünün İstanbul yöresinde toplanmasını sağlayarak Kuvayı Milliye'nin finansmanını felce uğratabilirdi. Neyse ki bu tehlike gerçekleşmemiş ve İstiklal Savaşı enflasyonsuz gerçekleştirilmiştir (Ergin, 1978: 183-184).

Görüldüğü gibi ne İstanbul Hükümeti ne de T.B.M.M. açık finansman politikası uygulamamış ve Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'da enflasyon problemi yaşanmamıştır. Bu noktada Milli Mücadele'yi başarısızlığa uğratmak için elinden geleni yapan İstanbul Hükümetleri'nin neden emisyon politikasıyla Milli Mücadele'ye sekte vurmadığı tartışılabilir. Kanımızca İstanbul Hükümetleri para politikasının ne derece önemli bir silah olduğunun farkına varacak düzeyde iktisada hakim değildi. Aksi takdirde, zaten her türlü ihanetin içinde olan İstanbul Yönetimi, para basarak Kuvayı Milliye'nin elindeki kaimelerin değerini düşürür ve Atatürk'e karşı iktisadi bir savaş başlatırdı. Kuşkusuz bu uygulama da savaşın sonucunu değiştirmezdi, belki bir süre savaşın uzamasına sebep olabilirdi.

Atatürk'ün iktisat siyasetinde makroekonomik istikrarın önemli bir yeri olmuştur. Öyle ki, enflasyonsuz para politikası Cumhuriyet tarihinde sadece Atatürk zamanında uygulanabilmiştir. İsmet İnönü'nün şu sözleri çok enteresandır: "Hükümet olarak yılda iki kez ödeme yapamayacak duruma düştüğümüz olurdu. Gider konuşurdum. Birkaç milyon liralık emisyonun bizi ferahlatacağını anlatmaya çalışırdım. Bir defa bile "evet" dedirtemedim". Türkiye Cumhuriyeti'nde enflasyon problemi Atatürk'ün vefatıyla başlamış ve bir daha da durdurulamamıştır (Aysan, 2000: 37).

Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda enflasyonun yeri olmamıştır. Atatürk her zaman para değerinin istikrarına büyük önem vermiş, İstiklal Savaşı'nın en zor günlerinde bile tedavüle yeni para çıkarmamıştır. Atatürk'ün sıkı para politikası anlayışı Cumhuriyetin kurulmasından sonra da devam etmiş, Atatürk döneminde Türkiye Cumhuriyeti'nde karşılıksız para basılmamıştır.

2. 1923-1938 Yılları Arasında Ekonomik Reformlar

Osmanlı Devleti'nden genç Türkiye Cumhuriyeti'ne kalan miras; fakirlik, yerli sanayi olmamasından dolayı dışa bağımlılık, dış borç ve üretimin olmadığı bir ekonomi idi. Ülkede kayda değer bir sermaye birikimi olmadığından, bir başka deyişle, yanlış politikalar nedeniyle Türk burjuvazi sınıfı oluşamadığından yatırım yapabilecek zengin yoktu. Ticaret Osmanlı döneminde ağırlıklı olarak Rum, Ermeni ve Yahudilerin tekelinde olmuştur. Atatürk'ün "...askeri ve siyasi bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlıkla taçlandırılırsa korunabilir" anlayışı Cumhuriyet Türkiyesi'nin kalkınma çabalarının temelini oluşturmuştur. Bu anlayış çerçevesinde bir çok ekonomik reforma girişilmiş, daha sonra tüm Cumhuriyet tarihi boyunca yakalanamayacak ekonomik istikrar sağlanmıştır.

2.1. İzmir İktisat Kongresi

Atatürk ülkenin dış düşmanlardan kurtarılmasından sonra ekonomik durumu görüşmek ve alınabilecek önlemleri saptamak üzere İzmir'de bir iktisat kongresi toplamaya karar vermiştir. Atatürk Kongre'nin açılış konuşmasında "Tarihin ve tecrübenin süzgecinden arta kalmış bir gerçek vardır. Türk tarihi incelenirse, gerileme ve çöküntü nedenlerinin iktisadi sorunlara bağlı olduğu görülür. Kazanılmış zaferlerin ve uğranılmış başarısızlıkların tümü iktisadi durumla ilgilidir...Milletimiz düşman ordularını mahvetmiştir. Tam bağımsızlık için şu kural vardır: Milli egemenlik, mali egemenlikle desteklenmelidir. Bizleri bu hedefe götürecek tek kuvvet ekonomidir. Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zaferlerle taçlandırılmadıkça payidar olamaz" diyerek bundan sonra mücadelenin ekonomik düzlemde gerçekleştirileceğinin altını çizmiştir (Ergin 1978: 184-185).

Kongre'de alınan kararlara gelince, önce ülkedeki ekonomik yapılanmanın, uygulanacak iktisat siyasetinin rotasını çizen bir "Misakı İktisadi" kabul edilmiştir. Kongre'nin üzerinde birleştiği politika; yurt sanayiini ve ticaretini geliştirmeyi amaçlayan, özel girişime öncelik veren, onu koruyan, mülkiyet haklarına saygılı bir ekonomik düzeni, yasal çerçevesi ve kurumlarıyla oluşturmak ve kökleştirmektir (Demir, 1994: 51).

İzmir İktisat Kongresi kararlarında devletin iktisadi yaşamda fiilen üstleneceği belirli işlevlerin olduğu bunların da ağırlıklı olarak altyapı ile ilgili olduğu belirtilmiştir. Devlet demiryolu, karayolu ağını kuracak, limanlar inşa edecektir. Haberleşme örgütünü gerçekleştirecek, eğitim işlerini üstlenecektir. Ticaret ve sanayi bankalarının kurulmasına ve ortaklığına öncülük edecek, ancak buralardaki paylarını daha sonra Özel Kesim'e devredecektir. Devlet katıksız bir liberal iktisat politikası yani "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" yanlısı olmayacak ama, ekonomik yaşamın gereklerini bizzat üstlenip gerçekleştiren de olmayacaktır (Kuyucuklu, 1986: 174).

Kongre'de yabancı sermaye konusu da tartışılmış, yabancı sermayeye karşı olunmadığı önemle vurgulanmıştır. Atatürk Kongre'nin açılış konuşmasında yabancı sermayeye karşı olmadığını söylemiştir. Ancak, Türk yasalarına ve örfüne saygılı yabancı sermaye istediğini, yabancı sermayenin bundan değişik bir düzenleme biçimindeki varlığına kesinlikle karşı olduğunun da altını çizmiştir. Atatürk'ün bu düşüncesi "Misakı İktisadi" belgesinin 9. maddesinde yer almıştır. Bu maddenin gereği Ocak 1924'te yabancıların mülk edinmelerini serbestleştiren bir yasa ile yerine getirilmiştir. Ayrıca 1927 Teşviki Sanayi Kanunu'ndan yabancı sermayenin de yararlanması düşünülmüştür.

Yukarıda açıklananlara ek olarak şunlar da Kongre'de alınan kararlar arasındadır (Aydemir, 1981: 34:

* Anonim şirketlerin kurulmalarını kolaylaştırmak,
* Milli Bankaların kurulması,
* Demiryolları inşasının hükümetçe bir programa bağlanması,
* Sanayiin teşviki,
* Yerli malı giyilmesi,
* Amele denen iş erbabına bundan sonra işçi denilmesi ve sendika hakkı tanınması,
* Memlekette ticaretin tamamen serbest bırakılması.

Alınan kararlardan açıkça görülmektedir ki, uygulanacak iktisat politikasının liberal çizgiye yakın olması düşünülüyordu. Ancak bu dönemde benimsenen liberal politikaların zorunlu bir "laissez faire" uygulaması olup olmadığı tartışılabilir. Yeni Cumhuriyet Lozan Anlaşması gereği 1928 yılına kadar gümrükleri düzenleme yetkisine sahip olmadığından, kamu otoritesinin serbest ticareti terk etme seçeneği yoktu (Balkanlı, 2002: 87).

Lozan Anlaşması henüz sonuçlanmamış, milli mücadele süreci tüm hızıyla devam ederken böyle bir ekonomi kongresini toplamış olması dahi, Atatürk'ün iktisadi soruna ne derecede önem verdiğini göstermeye yeterlidir. Başından sonuna Atatürk'ün yönlendirdiği Kongre'de iktisat bakanının şu sözleri makroekonomik bir istikrarın formülünü verir niteliktedir: "Gayemiz, istihsalimizi ihtiyacımıza göre tezyid ederek kendi kendimize kifayet etmeye doğru gitmek olmalıdır. Harice göndereceğimiz istihsalatımızı da ihmal edemeyiz. İthalatımızla ihracatımız arasında tevazün ancak bu suretle mümkündür. Aksi halde iktisadiyatımız iflas tehlikesinden yakasını kurtaramaz" (Ökçün, 1997: 222).

2.2. Kalkınma Planları

Dünyada ilk demokratik kalkınma planları 1931 yılında Türkiye'de uygulamaya konulmuştur. Bu planlar Atatürk'ün Türk Ulusu'na armağan ettiği önemli bir ekonomik reform hareketidir. Bu kalkınma planları eldeki kıt kaynaklarla halkın ihtiyaçlarının en iyi biçimde karşılanmasına yönelik olarak hazırlanmıştır. Atatürk Birinci Kalkınma Planı'nı 1933-1938 yılları, İkinci Kalkınma Planı'nı ise 1938-1944 yılları için hazırlatmıştır. Her iki kalkınma planının da temel amacı, hammaddesi Türkiye'de olmasına karşın dışardan ithal edilmek zorunda kalınan ürünlerin ülkemizde üretilmesini sağlamaktı. Bu amaçla tekstil, iplik ve dokuma fabrikaları kurulmuş, devletin teşvikiyle özel girişim olarak bazı çiftçilerin de katılmasıyla Alpullu ve Eskişehir gibi bazı şeker fabrikalarının kurulmasına girişilmiş ve bunlar gerçekleştirilmiştir. 1925 Yılında devlet sermayesiyle Sanayi ve Maadin Bankası kurulmuştur. Bankanın amacı fabrika kurup yönetmek olarak belirlenmiştir. Bu bankanın desteğiyle Kayseri-Bünyan İplik Fabrikası TAŞ, İsparta İplik Fabrikası TAŞ, Kütahya Çini İşleri TAŞ ve bunlar gibi bir çok özel kuruluş devletin de ortak olmasıyla faaliyete geçmiştir (Kuyucuklu, 1986: 180).

2.3. Atatürk Dönemi'nde Başlıca Ekonomik Girişimler

Atatürk'ün fiilen ekonomiyi yönlendirdiği dönemde gerçekleştirdiği somut ekonomik girişimlerin bazılarını maddeler halinde sıralamak, onbeş sene gibi kısa bir zamanda devasa bir kalkınma hamlesine girişildiğini göstermeye yeterlidir:

*

Türkiye İş Bankası açılmış ve böylece ulusal bankacılığın ilk adımı atılmıştır.
*

Uşak’ta şeker fabrikası kurulmuştur.
*

Kayseri’de uçak fabrikası kurulmuştur.
*

Bünyan Dokuma Fabrikası açılmıştır.
*

Ereğli Bez Fabrikası açılmıştır.
*

Nazilli Bez Fabrikası açılmıştır.
*

Aşar vergisi kaldırılmış ve Türk köylüsü ağır bir yükten kurtarılmıştır.
*

Anadolu Demiryolları satın alınarak ulusallaştırılmıştır.
*

Ulusal Ekonomi ve Araştırma Kurumu kurulmuştur.
*

Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası kurulmuştur.
*

Gemlik Suni İpek Fabrikası, Bursa Merinos Fabrikası, İzmit Kağıt Fabrikası, Kayseri İplik ve Bez Fabrikası, Eskişehir Şeker Fabrikası gibi pek çok kurum ve kuruluş oluşturulmuştur.
*

Ticaret ve Sanayi Odaları kurulmuş, daha sonra da Türkiye Ticaret ve Sanayi Odaları Kongresi toplanmıştır.
*

İstatistik Umum Müdürlüğü kurulmuştur.
*

Hükümete iktisadi konularda fikir vermek amacıyla çeşitli meslek kuruluşlarının temsilcilerinden oluşan Ali İktisat Meclisi kurulmuştur.
*

Birinci ve İkinci Kalkınma Planları oluşturulmuştur.
*

1927 Yılında Teşviki Sanayi Kanunu çıkarılmıştır.
*

1930 Yılında Sanayi Kongresi, 1931 yılında da Ziraat Kongresi toplanmıştır.

3. Atatürk ve Devletçilik

Devletçiliğin iktisadi düzlemdeki görünümü "karma ekonomi" anlayışıdır. "Karma ekonomi" yaklaşımı sosyalizm benzeri bir yaklaşım olmayıp, esas itibarıyla, ekonominin gerekli altyapısını hazırlayıp, kalkınma sürecine paralel olarak piyasa ekonomisine geçişin gerçekleştirilmesidir.

Atatürk'ün Devletçilik anlayışı bir kalkınma modelidir. Atatürkçü Devletçilik, kamu hizmeti dışındaki ticari ve sınai teşebbüslerinin pazar ekonomisi kuralları gereğince kurulup işletileceği ve günü gelince geniş bir mülkiyet zemini üzerinden özel kesime devredileceği, kalkınmada devlet öncülüğünü tanıyan bir pazar ekonomisidir (Aysan, 2000: 35). İsmet Giritli'nin yorumuyla Atatürk Devletçiliği "...sosyalizmin anladığı manada ve bir doktrin mahiyetinde olan devletçilik değil, sadece pratik ve pragmatik manada yani milli ekonominin zaruretleri, memleketin hızlı kalkınması ve bunun için sanayileşmesi ihtiyacı ile sınırlı olan özel teşebbüsün tam güvenlik ve istikrar içinde varlığını sürdürmesini de lüzumlu bulan başka bir deyimle, karma ekonomi sistemine dayanan hızlı sanayileşmeye dönük bir kalkınmayı gerçekleştirecek bir devletçiliktir" (Giritli, 1975: 29.

Görüldüğü gibi, Atatürk'ün Devletçilik İlkesi esas itibarıyla bir kalkınma modeli olup, katı bir ideoloji olarak algılanmamalıdır. Atatürk'ün Devletçilik İlkesi değerlendirilirken dönemin ekonomik koşulları göz önünde bulundurulmalıdır. Falih Rıfkı Atay'ın şu sözleri Devletçilik ilkesinin zaruriyetten doğduğunu açıkça göstermektedir: "Yeni Türkiye'de Devletçilik, bir ekonomik meslek olarak doğmamıştır: Bir tarihi zaruret olarak doğmuştur. Yapılacak şeyleri devletten başka yapabilecek olan yoktu. Mesele bundan ibaret. Yeni Türkiye, kendi yapmak veya hiç bir şey yapılmamasına boyun eğmek arasında seçmeli idi" (Atay, 1984: 452).

Atatürk döneminde uygulanan devletçi iktisat politikasının, 1930'lu yıllarda ağırlık kazanması, devletçilik ilkesinin zaruriyet sonucunda ortaya çıktığı tezini doğrulamaktadır. Çünkü, İzmir İktisat Kongresi'nde benimsenen, liberal çizgiye yakın politikalar beklenen sonucu doğurmamıştır. Özel teşebbüs istenileni verememiş, ümit edilen sanayileşme gerçekleşmemiştir. Aslında dünya konjonktürü de o yıllarda devletçilik ilkesinin uygulanmasına müsayitti. "Laissez Faire"ci liberal iktisat politikaları ABD başta olmak üzere gelişmiş Batı ülkelerinde başarısızlığa uğrayarak büyük bir ekonomik bunalıma dönüşmüştü. Batı ekonomilerinde ortaya çıkan bu bunalımın esas nedeni [ Arz>Talep] olgusuydu. İktisat biliminin temel gayesi Arz-Talep eşitliğini sağlamaktır. Ünlü iktisatçı Keynes 1936'da yayınladığı "İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi" isimli kitabında bu eşitliğin ancak devlet müdahalesi yoluyla sağlanabileceğini savunmuş ve bu müdahalenin teorik altyapısını hazırlamıştır. Devlet otonom yatırım harcamaları yoluyla milli geliri arttırarak Arz-Talep eşitliğini kurmalıydı. Türkiye'nin temel ekonomik sorunu ise kalkınma problemi olduğundan, esas savaşın talep cephesinden ziyade arz cephesinde verilmesi gerekiyordu. Türkiye'nin 1930'lardaki "karma ekonomi" modelinin bu nedenle iktisat biliminin alt dallarından olan kalkınma iktisadının öncüsü olduğu rahatlıkla söylenebilir. Atatürk, ekonominin çarklarını döndürmek için devlet müdahalesinin önemini Keynes’den önce görmüş ve gereklerini hayata geçirmiştir. Bu nedenle Atatürk, kan ve ateşle örülü bir yokluk ortamında, Türkiye’nin bağımsızlığını ve varlığını gerçekleştirme mücadelesini sürdürürken, gerekli gördüğü ilkeler arasına Devletçiliği de yerleştirmiştir.

Atatürk’ün Devletçilik politikası, yalnız iktisat politikası ile ilgili bir kazanım değildir. Devletçilik politikası, aynı zamanda, tam bağımsızlık ilkesinin bütünlenmesidir. Atatürk, siyasi bağımsızlığın ancak ekonomik bağımsızlıkla sürdürülebileceğini söyleyerek gelecekteki yöneticileri uyarmıştır. Ancak daha sonra gelen kadrolar bir kalkınma modeli olan Devletçilik İlkesini devam ettirememişler ve yanlış kalkınma stratejileri izleyerek ekonomimizi dışa bağımlı bir hale getirmişlerdir. Bugün yaşadığımız süreçte ekonomik bağımsızlık-siyasi bağımsızlık arasındaki ilişkinin ne derece önemli olduğunu daha iyi görmekteyiz.

Atatürk Devletçiliğinin CHP'nin Mayıs 1931 Kongresi'nde saptanan programındaki tanımı şöyledir: "Bireysel çalışma ve işleri temel tutmakla birlikte olanaklı olduğunca az süre içine ulusu refaha ve ülkeyi bayındırlığa eriştirmek için ulusun genel ve yüksek çıkarlarının gerektirdiği işlerde özellikle ekonomik alanda devleti eylemli olarak ilgilendirmek önemli ilkelerimizdendir." (Alp, 1998: 243).

Görülüyor ki Devletçilik (karma ekonomi) = devlet + özel sektör'dür. Devletin, "karma ekonomi" politikasına göre kurduğu sanayi kuruluşlarına ve ortaklıklara Kamu İktisadi Teşebbüsü (KİT) denilmektedir. Sümerbank (1933) ve Devlet Sanayi Ofisi (1932) bunlardan en önemlileri arasındadır. Dünya Ekonomisi, tarihinin en ağır ekonomik krizini yaşarken, Türkiye Atatürk'ün akılcı ekonomi politikaları sayesinde bu buhranı en hafif biçimde atlatmıştır. 1929-39 Dünya sanayii üretim artışı %19 iken Türkiye'de %96 olmuştur (Tekin, 2001: 186-187).

Buraya kadar olan açıklamalarımızdan şu sonuçları çıkarmamız mümkündür. Öncelikle, Devletçilik İlkesi iki ana hedefe odaklanmıştır: i) "İktisadi Bağımsızlık", ii) Hızlı Kalkınma. Bu hedeflere o dönem koşulları içinde pür liberal bir politika ile ulaşma olanağı yoktur. Atatürk serbest piyasa ekonomisine karşı olmayıp, zaman içinde özel sektörün gelişip devlet sektörünün üstlendiği işlerin bir kısmını devralmasını istemiştir. Bu nedenle, Devletçilik İlkesi "ekonomide bütün işleri herzaman devlet yapacak" anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla, bazılarının öne sürdüğü gibi, "Devletçilik İlkesi artık sona erdi" sözleri bu ilkenin anlamını kavrayamamaktan veya Atatürkçü Sistem'e karşı önyargılardan ileri gelmektedir.

4. Atatürk ve Ekonomik İstikrar

Atatürk sürdürülebilir bir kalkınma için ekonomik istikrara ne derecede önem verdiğini politika ve uygulamalarıyla göstermiştir. Atatürk döneminde dış ticaret açığı olmadan, enflasyona başvurulmadan, dengeli ve istikrarlı bir kalkınma sağlanmıştır. Atatürk, para sıkıntısına bir çözüm yolu olarak emisyona başvurulması önerilerine her defasında karşı çıkmıştır (Eroğlu, 1981: 50-51).

Atatürk'ün 1 Mart 1922 Tarihli T.B.M.M. açılış konuşmasında "Türk parası sağlam değerini tutmaktadır. Hükümet bu siyasaya çok değer vermektedir; bundan böyle bu siyasadan ayrılmayacaktır" sözleri istikrarlı bir para politikasından yana olduğunu göstermektedir (Balkanlı, 2002: 87). Basılan paranın üretim karşılığı olmalıdır. Ülkenin üretiminde artış olmaksızın para basılması, yani açık finansman politikası talebi arttıracaktir. Arz-Talep dengesi Talep lehine bozulacağı için böyle bir politikanın ilk sonucu fiyatlarda sürekli artış yani enflasyon şeklinde kendisini gösterecektir.

Enflasyon verimli yatırımların yapılmasını engeller, yüksek talep ithalatı arttırırken ihracatı caydırır, dolayısıyla dış ticaret açığı büyür, enflasyonist politikalar gelir dağılımındaki dengesizlikleri arttırır. Üretim çeşitli darboğazlarla karşı karşıya kalır ve uzun vadede enflasyonlu bir büyümeyi sürdürmek olanaklı değildir.

Enflasyona yol açmamak için devletin giderlerini para basarak değil, vergi gelirleriyle karşılaması lazımdır. Dolayısıyla istikrarlı bir ekonomide iç dengenin sağlanabilmesi için G (Devlet Harcamaları) = T (Vergiler) olmalıdır. Dış dengenin formülü ise X (İhracat) = M (İthalat)'tır. Dolayısıyla makroekonomik bir istikrar için vergilerden ve ihracattan elde edilen gelirlerin devlet harcamaları ve ithalat harcamalarının toplamına eşit olması gereklidir. Atatürk döneminde bu ekonomik istikrar ilkesinin benimsendiğini ve yaşama geçirildiğini görüyoruz. 1930-1938 Yılları arasında kalan dönemde (1938 yılı hariç) X - M hep pozitif rakamlar olurken, [ T + X = G + M] de büyük ölçüde sağlanmış yani ekonomik istikrar korunmuştur. Atatürk bugün uygulamakta zorlandığımız istikrar politikasının en başarılı uygulayıcısı olmuştur. Atatürk'ün dış ticarete ilişkin olarak 1 Kasım 1934 tarihinde T.B.M.M.'nin açılışında yaptığı şu konuşma dış dengeye ne kadar önem verdiğini göstermektedir: "Dış ticarette takip ettiğimiz ana prensip, ticaret muvazenemizin aktif karakterini muhafaza etmektir. Çünkü tediye muvazenesinin en mühim esasını bu teşkil eder". Atatürk bir başka konuşmasında da "...İstiklal-i maliyenin mahfuziyeti için şart-ı evvel, bütçenin bünye-i iktisadiye ile mütenasip ve mütevazin olmasıdır..." demektedir. Yani maliye politikasında da bütçe denkliği prensibini esas almaktadır. Görüldüğü gibi Atatürk'ün iktisat anlayışında öne çıkan unsur istikrarlı ekonomi politikasıdır. Atatürk'ün ekonomik istikrar konusundaki hassasiyeti, Kurtuluş Savaşı'nın en zor anlarında bile para basma yoluna gitmemesiyle açıkça görülmektedir. Enflasyon sorununu en zor anlarında bile yenen bu büyük ulus ne acıdır ki, büyük önderin bedenen aramızdan ayrılışından sonra bir daha bu dertten yakasını kurtaramamıştır.

5. Sonuç

Bu çalışmada Büyük Önderimiz Atatürk'ün benimsediği iktisadi ilkeler ana hatlarıyla ortaya konulmaya çalışılmıştır. Atatürk'ün temel ekonomik hedefi bütün toplumun mümkün olduğu kadar kısa sürede kalkınmasını sağlamak olmuştur. Osmanlı'dan alınan kötü miras bu yolda büyük bir dezavantaj oluşturmuş ancak yine de Büyük Önderimizin deyimiyle "az zamanda çok büyük işler yapılmıştır". Atatürk'ün görüşüne göre bütün toplumun mümkün olduğu kadar kısa bir sürede kalkınabilmesi için istikrarlı iktisat politikaları uygulamak şarttır. Bunun için gerek iç gerek dış iktisadi dengeler gözetilmeli, karşılıksız para basma gibi kolaycı yollara sapılmamalı, kesinlikle enflasyonist bir politika izlenmemelidir.

Atatürk, devlete pazar ekonomisine geçişte öncü ve destekleyici bir rol vermiştir. Atatürk döneminde devlet, kalkınmanın adeta motoru işlevini görmüştür. 1923-1938 Yılları arasında geçen onbeş yıl boyunca fiyat istikrarı bozulmadan ve bütçe açıklarına gidilmeden çok büyük işler başarılmıştır. Burada önemli olan nokta şudur; bir kalkınma hamlesine girişilirken ne yapılacağının hesaplanıp, yatırımların nasıl finanse edileceğinin planlanarak rasyonel bir şekilde hareket edilmesi gereklidir. Dış borçla, karşılıksız para basılarak, enflasyonist politikalarla girişilen kalkınma hamleleri tıkanmaya mahkumdur. Atatürk bunların hiçbirine tenezzül etmemiş, gerçekleştirilen tüm ekonomik başarılar ve yapılan yatırımlar o dönemin kendi gelirleriyle, ülkenin geleceğinden yenilmeksizin elde edilmiştir. Gerçek başarı da budur zaten.

Dr. Hasan SABIR

İstanbul Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat
Anabilim Dalı Öğretim Elemanı
 

sevimli

"İyilik büyüktür, küçükte olsa"
Üye
Katılım
2 Mar 2007
Mesajlar
557
Puanları
28
Konum
DENİZLİ
Atatürkün İktisadi Fikri

:-X
 

Kemalist

Üye
Üye
Katılım
12 Tem 2008
Mesajlar
6
Puanları
1
Konum
Giresun
KARŞILAŞTIRMALI KEMALİST KALKINMA MODELİ



Suat COŞKUN*



GİRİŞ



Panama'da kurulan fakat İsviçre'de Lugano Gölü'ne nazır bir villadan Yunan'lı bir yönetici tarafından yönetilen bir sermaye şirketinin Liechtenstein'li birinin aracılıyla Brezilya'lı ve İskandinav yatırımcılara satılması 1 pek çoğumuzun ilgisini çekmeyeceği gibi, öyle sanıyorum ki Panama mahkemelerinin de alakadar olacakları bir konu olmayacaktır. Sermaye hareketlerinin içi güdüsel yaklaşım biçimlerini oluşturan bireyci öğeler kendi bünyelerine dahil etmeyi başardıkları kürsel anlayış ile birlikte ulusal sınırları alt üst ederek korumacı olmayan pek çok milli iktisadi yapıya kolaylıkla nüfuz edip, ele geçirilen ganimetleri diledikleri gibi talan etmektedirler. Peşi sıra devam eden bu güçlü neo-liberal akınlar şu sıralar büyük bir mukavemetle karşılaşmaksızın dünya geneline yaymayı başardıkları hegemonyaları ile demokratik zannedilen , sermaye kontrollü totaliter rejimler oluşturmak ile meşguller.**Amaçladıkları hedeflere ulaşmak için hiçbir fedakarlıktan çekinmeyen bu çevreler art niyetli tutumlarını da gizlemek gibi bir çaba içerisinde değiller.Kendilerine duydukları özgüveni her geçen gün biraz daha perçinleyen o ünlü görünmez eller kendi ekonomik çıkarları uğruna hedef aldıkları ulusal devletleri ya büsbütün yutmakta yada parçalara ayırıp yavaş yavaş hazmetmenin uğraşı içerisindedirler.Elbette rant ekonomisinin yarattığı bu ateş çemberinin içerisinde bulunan ülkemizde tüm dünyayı saran bu akıl almaz çılgınlıktan payına düşeni almaktadır. E.F.Schumacher 'in “küçük güzeldir” sloganı ile ülkemizde tam bir serbesti içerisinde faaliyet gösteren uluslar arası sermaye ve onun işbirlikçileri (IMF , Dünya Bankası ve aracı kurumlar) tamamen milli bir şuur içerisinde oluşturulmuş devlete ve dolayısı ile Türk halkına ait kurumları teker teker devre dışı bırakarak küresel arenadaki oyuncularına akla hayale gelmeyecek fırsatlar sunmaktadır.Engin bir bataklığın ortasına saplanan ve kurtulma umudu ile nafile bir çaba içerisinde bulunan mazlum milletler yüzlerini büsbütün örten çamurunda etkisi ile uzatılan her yardım elini sıkıca tutmakta ve beyhude bir uğraş içerisinde kendi sonlarını hazırlamaktadırlar.Çözümü devşirilmiş batı temelli ideolojilerde arayan Türk halkı ,bu gün suratında kapitalizmin şamarını her zamankinden daha fazla hisseder bir vaziyettedir.Özüne yabancılaştırılan ,tarihi unutturulan ,hafızası tamamen silinen insanımız vermiş olduğu bu savaşımı daha evvel daha güç koşullarda tamamen kendi imkanları ve değerleri ile kazandığını maalesef unutmuştur. Hiç şüphesiz bazılarımız bu gün üzerinde yaşadığımız dünyanın 1920'lerden çok daha farklı olduğunu söyleyecek hatta ve hatta İktisadi hayatın bambaşka bir yönde gelişim gösterdiğini iddaa edecek .Hamasetin salt romantik bir anlayış olarak kabul gördüğünü öne sürecek ve tüm bu kabullerin rehberliğinde sözde çözüm önerileri üretecektir.Yine bu çevreler kalkınmanın yolunun; serbest pazar ekonomisinden ,ticaretin tek taraflı düşük gümrük tariflerinden (gümrük birliği) , istikrarın tek parti iktidarlarından ,kaynak yaratmanın IMF ve Dünya Bankası kredilerinden geçtiğini söyleyecektir.Ancak bu gün artık bizler biliyoruz ki yukarıda sıraladığımız unsurların hiç biri günümüzde kendilerini ileri sanayi toplumları olarak adlandırılan milletlerin kendi ekonomik kalkınmaları esnasında uyguladıkları yöntemler ile bağdaşmıyor. İşte biz de bu yazımızda üzerinde ısrarla duracağımız bu önemli



*Jeodezi ve Fotogrametri Mühendisiliği Lisans öğrencisi

** General Motors Günye Afrika'dan Ford Avusturya'dan Exxon ise Danimarka'dan daha büyüktür



gerçeklikten yola çıkarak iktisadi açıdan gelişmiş bazı ülkelerin bu gün bulundukları sözde erişilemez konumlara nasıl ulaştıklarını Kemalist ekonomi modelinin* rehberliğinde “karşılaştırmalı” somut örneklerle inceleceğiz. Ve bu tahkikat sırasında göreceğiz ki kalkınmış ülkelerin bu esnada uyguladığı pek çok yöntem Kemalist ekonomi anlayışının içerisinde zaten bulunmakta ve pragmatik** bir yaklaşım içerisinde değerlendirilmektedir. Kısacası bu gün ihtiyaç duyduğumuz enflasyonsuz, döviz darboğazsız, halkın refahını en kısa sürede sağlayacak 2 ani ve hızlı bir kalkınma modelinin başlangıç donelerinin tümü bu topraklarda doğmuş, gelişmiş ve uygulanmış bir ideolojide mevcut.Şimdi de gelin isterseniz bu ideolojinin filizlendiği 1920'lerin Türkiye'sinin daha öncede vurguladığımız o zor koşullarına kısaca bir göz atalım.



1920'lerin Türkiye'si



Konuyla ilgili görüşlerimi belirtmeye başlamadan evvel bir noktaya özellikle dikkat çekmek istiyorum. Bu bölümün hazırlanış sebebi okuyucu masalsı anlatımlar ile etkilemek yada kendi bakış açımız doğrultusunda daha sonra üzerinde duracağımız mevzulara hazırlamak değildir.Bilakis; bu bölümün kaleme alınış nedeni 1920'lerin şartlarının günümüz koşullarından ne denli başka olduğunu okurlara anlatabilmek ve objektif bir değerlendirme için kıyas imkanı sunabilmektir.Bizce önemli olan bu uyarıyı yapıktan sonra hiç zaman kaybetmeden anlatımımıza 1. Dünya savaşı öncesinde Osmanlı devletinin ekonomik durumuyla başlayalım.

Milletlerin zenginliği gösteren istatistiklere göre,Osmanlı imparatorluğu Birinci Dünya Savaşı arifesinde son sıralarda idi. Woytinsky 'nin tahmin ettiği milli servet tutarları 1914'te Amerika Birleşik Devletlerinde 42 milyar,Almanya'da 16.5 milyar ,Büyük Britanya'da 14.5 milyar ,Fransa'da ve Rusya'da 12 milyar ,Avusturya –Macaristan'da 6.2 milyar ve İtalya'da 4.5 milyar altın sterling idi. Darphane Müdürü Ferit Beyin “Nakit ve itibari Milli”adlı eserinde,Osmanlı imparatorluğundaki varlıklar 300 milyon Reşat altını olarak hesaplanıyordu.Adam başına milli servet payı bakımından Yunanistan ,Bulgaristan ve Romanya ‘dan geride idik. 3 Elbette savaş öncesi içerisinde bulunulan bu olumsuz ekonomik yapı,tahmin edilebileceği gibi harp esnasında da muharebe alanlarına olumsuz yönde tezahür ediyordu .Bu kötü gidişe bir de savaşın kaybedilmesi ve harp zararları eklenince İmparatorluğun parçalanması kaçınılmaz olmuştu. Bu bölünmüşlüğün olumsuz tesirlerini ise çok daha sonraları Mustafa Kemal ve arkadaşları kurtuluş savaşını kazanıp, yeni cumhuriyetin temellerini attıkları yıllarda çok acı bir şeklide tecrübe edeceklerdi. Cumhuriyet kurulur kurulmaz aydınlanma kadrosunun karşılaştığı en mühim sorunlardan biri de: iskan işleri meselesiydi. Milli mücadele sona erdiğinde Manisa , İzmir ve Trakya sayılmazsa,414 köy tümüyle ve 463 köy kısmen yakılmıştı yakılan bina sayısı 57 203 ve hasara uğrayan bina sayısı 5701 idi.Trakya ,İzmir ve Manisa'daki maddi kayıplar da eklenince,bu rakam iki kattan fazlasına yükseliyordu. 4 Bu da yetmezmiş gibi birde işin içine Osmanlı devletinden kopan topraklarda kalan Türk ahalisinin iskan meselesi girince durum daha da içinden çıkılmaz bir hal aldı.Kavala,Selanik,Golos, Preveze ,Parga limanları ile Giritli,Midilli ve öbür adalara vapurlar gönderildi 379 913 kişi tutan 99 709 hane anavatana taşındı. Gelenler yerleştirinceye



* Güdümlü Ekonomi modeli.

** Pragmatizim'e göre gerçek ancak deneyin sonucudur.Bu felsefe hiçbir metafizik inanç ve doğmayı kabul etmez.









kadar yiyecek,giyecek ve barınak temin edildi 7 618 000 kilo zahire,22 501 çift öküz,27 501 tane tarım alet ve makinesi tevzi edildi.19 279 ev tamir edilerek 4567 ev yeniden yapıldı 66 yeni köy ,meydana getirildi. 5 Aydınlanma kadrosunun genç neferleri sözüne ettiğimiz iskan mevzuları ile uğraşırken meseleye bir de Balkan Savaşı sonrası yurda geldikleri halde henüz yurtlandırılamamış göçmenlerin sorunu eklenince zaten oldukça zorlu olan şartlar iyice ağırlaştı. Bu soydaşlarımızdan 284 392 nüfus tutan 58 027 aileye on yılda “adi iskan “yoluyla 40 692 ev 6321 parça arsa ve 1 milyon 567 bin dönüm tarla, bağ ve bahçe verildi. 6 Tüm bu olumsuz koşulların ortasında bile genç Cumhuriyet Rus istilası dolayısı ile Orta ve Batı Anadolu'ya göç eden “Şark mültecilerinin” eski yurtlarına geri dönebilmeleri için yol parası olmayan göçmenlerin nakledilmelerini kolaylaştırmak maksadı ile resmi makamlar aracılığı ile girişimlerde bulunuluyor, yerlerine dönemeyenlerden 35 017 nüfus tutan 9145 aileye ise ev, arsa,dükkan,tarla ,bağ ve bahçe veriyordu. 7



Hükümet bir yandan iskan meseleleri ile meşgul olurken diğer bir yandan da Osmanlı devletinden devralınan hazinenin ve iktisadi hayatın içler acısı durumuna çözüm arayışı içerisinde idi.*Ülkede nüfusun %80'i toprak ekonomisine bağlı ve milli gelirin yaklaşık yarısı tarımdan elde ediliyordu köylü perişan, tarım yöntemleri ise ilkeldi. 8 Bununla ilintili olarak yurt sanayi ise Osmanlı devletinin din tarım imparatorluğundan endüstri toplumuna geçişini gerçekleştiremediğinin açık bir kanıtı idi. 1923'te,irili ufaklı 350 sanayi ve işyeri vardı. Sanayide ve madenlerde çalışan işçilerin sayısı 72 626 idi. 9 Bu 350 sanayi kuruluşundan en çok kar getiren 85 ise tamamen yabancı sermayeli şirketlerin elinde idi. Yabancı sermayenin ülkemizdeki yatırım miktarı ise 150 milyon altın dolardı.Ve bu yatırımların büyük bir çoğunluğu sigortacılık,bankacılık ,madencilik şehir içi nafia(bayındırlık) hizmetleri ve ulaştırma iş kollarında değerlendiriliyordu. 10 **Ticarette ise durum daha da vahimdi.İmparatorlukta ticaretle uğraşan kesimin gayri Müslimlerden oluşması ve Türk ahalisi arasında ticaretle uğraşmanın hoş karşılanmaması savaş esnası ve sonrası dönemde gerçekleşen göçlerin ve ölümlerinde tesire ile iktisadi hayatın kontrolünü tamamen gayri Müslim azınlığın eline bırakıyordu şöyle ki: “Amasya da 6520 ev bulunuyordu.Bunların 5050 si Müslümanlara 210'u Ermenilere 230'u da başka milletlere mensup olanlara ait idi.Küçük sanat erbabı ise şu şekilde dağılmaktaydı.30 demirci, hepsi ermeni,10 marangoz aynı şekilde hepsi ermeni 50 yemenici ,35 i Rum 15'i ermeni 20 terzi 15'i ermeni 5 i Rum,5 tenekeci hepsi ermeni,300 manifaturacıdan 290 ı ermeni 10'u Rum.Bu durum hiç şüphesiz sadece Amasya da bu şekilde tezahür etmiyordu Adana,İzmir,İstanbul gibi ticaret merkezlerinde de durum çok faklı değildi. 11 Yukarıda sözüne ettiğimiz örneklerinde yardımı ile 1920'lerin koşullarını kısaca değerlendirdiğimize göre şimdi de gelin isterseniz bu tespitlerin ışığında 2000'li yılların Türkiye'sinin hal-i ahvâline bir göz atalım.




Devamı için bu kaynaktan yararlanabilirsiniz.

http://www.adtk.yildiz.edu.tr/makaleler/scoskun_kemalistkalkinma.htm
 
Üst