Aşk, Denizleri De Yakar!

sard

Üye
Üye
Katılım
8 Eki 2007
Mesajlar
5
Puanları
3
Konum
manisa
Eski İstanbul’un Topkapı’sında Doğan isimli bir saraç yaşarmış.Hem kimsesiz,hem de çok fakirmiş.Zar-zor geçinirmiş.Zar-zor geçinirmiş ya;yine de ebedi bir emeli,büyük bir hedefi varmış.Surların kıyısına bir cami yaptırmak istermiş…
Hep bunu konuşur,bunun hayalini kurarmış.Hangi parayla cami yaptıracağını soran ve büyük emelini alaya alan tanıdıklarına ise daima şu cevabı verirmiş. “İhtimaldir padişahım, (herkese padişahım dermiş)belki derya (deniz) tutuşa!”
O böyle söyledikçe istihzanın dozu artar,hatta “Fukara saraç yokluktan aklını uçurdu,denizin tutuşmasını bekliyor” derlermiş.
Oysa Nemrud ateşini gülistana çeviren Allah dilerse deryaları da tutuşturur…
Ancak bunu idrak edebilmek için ,insanda,Saraç Doğan emeli,çabası,teslimiyeti lâzım.
Bir kandil gecesi ibadet ve dua ile sabahlayıp cemaatle mahalle mescidinde kıldığı sabah namazı sonrasında ot yatağına uzanan Saraç Doğan,uyku ile uyanıklık arası demde Şah-ı Nakşibendi’yi görmüş.Buyurmuş ki:
“Hemen Bağdat’a git,şehre filan kapıdan gir,orada rastlayacağın hanın bahçesindeki asmadan üç üzüm tanesi ye,hancıya hakkını helal ettir ve beklemeden İstanbul’a dön!”
Sebebini ve mantığını düşünmek,üç üzüm tanesi için onca yolu göze almanın akıl ve mantıkla bağlantısını bulmaya çalışmak gönül erlerinin harcı değil.Onlar ihlâs ile buyruğa koşarlar…
Saraç Doğan da öyle yapmış.Hemen o gün Bağdat yoluna düşmüş.Bin türlü zahmetten sonra şehre girmiş.Yorgunmuş,bitkinmiş ama şeyhinin emrine uyduğu için mutlu ve ümit doluymuş.Hanın avlusundaki bir sıraya kıvrılmış.Uyumak üzereyken, ne görsün.Burası rüyasına giren mekânın aynısı değil mi?Şaşkın ama daha bir dikkatle bakınmış.Kendisini gölgeleyen bir çardak fark etmiş.Çardakta asma,asmanın kuruyan yapraklarının arasında ise üç üzüm taneciği varmış. Onun için özenle saklanmış gibi duruyorlarmış.
Yerinden fırlamış.Üzüm tanelerini koparıp “Bismillâh” ile ağzına atmış.Böylece Şah-ı Nakşibendi’nin buyruğunu yerine getirmiş.
Helalleşmek için hancıyı bulmuş.Hancı yaşlı.meraklı bir adammış.Nereden geldiğini,ne aradığını sormuş.Saraç Doğan önce anlatmak istememiş,ama adam o kadar ısrar etmiş ki,rüyasını aktarmak zorunda kalmış.
Sözünü bitirmesine kalmadan,yaşlı hancı atılmış:
“Hay akılsız! Dersaadet’ten gelirsin diye seni adam sandıydım.Hiç rüyaya ümit bağlanıp bunca zahmete girilir,bunca masraf yapılır mı?Ben dahi geçenlerde bir rüya gördüm.Rüyama giren nur yüzlü ihtiyar: “Darülhilafe’ye (İstanbul) git, Topkapı’sında Saraç Doğan diye biri yaşar,kulübesini bul,odunluğunda bir küp Bizans altını gömülüdür,al keyfince yaşa!”dedi. Rüyadır dedim, hiç üstünde durmadım.Sen ise birkaç üzüm tanesi yemek için teey İstanbul’dan Bağdat’a gelmişsin. Hay Allah müstehakını versin! İnsan rüya ile amel eder mi yahu?”
Adam söylene dursun, Saraç Doğan’ın bütün yorgunluğu geçmiş. Mesajı almış,gülümseyerek mırıldanmış: “İşte şimdi derya tutuştu!”
Gece demeden,gündüz demeden,yağmurdu,güneşti dinlemeden İstanbul’a dönmüş.Evinin odunluğunu kazmış.Altın dolu küpü topraktan çıkarmış ve idealindeki camii inşa etmiş.
O cami ebedi bir hedefin sonucunda gerçekleşen rüyanın sembolü olarak hâlâ durur.Yanında da gönül dostunun kabri var…
Düşünüyorum da Saraç Doğan imkanlarının kıtlığına bakıp cami yaptırma emelinden vazgeçseydi…Bağdat’a kadar gitmese,bu zahmeti göze almasa da köşesinde yalnızca dua ederek bekleseydi,emeline ulaşabilir miydi?
Eğer insanın büyük hedefi,dünyayı aşacak ölçüde kalıcı emelleri varsa…Eğer insan,emellerini gerçekleştirecek ihlâsa, gayrete,sabra ve sebata sahipse…Ve eğer bu uğurda bazı yorgunlukları,güçlükleri,sıkıntıları göze alabiliyorsa…Diri kalır…!
Kılını kıpırdatmadan bekleyenler de avucunu yalar.Hep birlikte esneye esneye ihtiyarlarız.
Denizin yanması kadar imkânsız bile olsa,beynimizi ve yüreğimizi meşru hedefimize kilitleyip koşarsak,Allah bizi hedefimize ulaştırır. “Olmaz”lar olur,denizler yanar!
 
Üst